'Nerede o eski bayramlar'

'Nerede o eski bayramlar'
Osmanlı mahallesinin ombudsmanları (Ak Saçlılar Meclisi) tarafından bayram öncesinde mahallenin küsleri tespit edilir, gide-gele uzlaşma noktaları bulunur, barıştırılıp bayrama mutlu bir şekilde girmeleri sağlanırdı.

Vakit’ten Yavuz Bahadıroğlu, eski bayramları yazdı: 

“Nerede o eski bayramlar!”


“Bu sabahın ayazına, “Kalkın Hakkın niyâzına; “Abdest alın ey komşular, “Gidin bayram namazına.”

Mahalle bekçileri bayram sabahları yukarıdakine benzer maniler söyleye söyleye mahalleyi dolaşır, hem mahalleliyi bayram namazına uyandırır, hem de bahşişlerini alırlardı.

Bayram sabahları maniler eşliğinde kalkılır, abdest alınır, temiz esvaplar giyilir ve çocukların ellerinden tutularak bayram namazına gidilirdi. Camilerde anonim yürekten çıkan tekbirler kubbeleri sarsarak Allah’a ulaşırdı.

Bayram namazından sonra, yaşayanların geçmişlerine duydukları sevgi ve saygının bir ifadesi olarak mezarlıklar ziyaret edilir, ancak ondan sonra eve dönülürdü.

Eve dönülünce ev halkıyla bayramlaşma ve hediyeleşme faslı başlardı. Evin yaşlısı bir köşede durur, ev halkı el öperek önünden geçer, her el öpen hediyesini de alırdı. Varsa evin hizmetkarları da hediye alır, ev halkından ayırt edilmezlerdi.

Ardından evin reisi konağın “selamlık” (erkeklere mahsus bölüm) kısmına geçer, gelmeye başlayan akrabaların ve mahallelinin tebriklerini kabul ederdi.

Daha sonra mevsim uygunsa bayram kutlama alanlarındaki mesire yerlerine gidilirdi. Çocuklar salıncaklara, atlıkarıncalara, çek çek arabalarına bindirilerek birlikte eğlenilirdi. En meşhur bayram yerleri Fatih, Edirnekapı, Aksaray, Yedikule, Kadırga meydanları; Tophane, Sakabaşı, Çukurcuma, Sormagir, Karabaş mahalleri; Kulaksız ve Baruthane çayırları; Beşiktaş, Ihlamur, Maçka düzlükleri; Doğancılar, Bülbülderesi, Nuhkuyusu, Haydarpaşa ve Kuşdili çayırları idi.

Yaz bayramlarında halk bayram yerlerini doldurur, bu arada sebilciler envai çeşit şurupları, kurabiyeciler kurabiyeleri “sevap” anlayışı içinde bedava halka dağıtır, çayırların üstüne serilen yer sofralarında birlikte yemekler yenilirdi.

Şehirler bayram hürmetine baştan başa süslenirdi. Hele de İstanbul, ışıltılı bir geline döndürülürdü. Toplar bir biri ardına gümlerdi.

Osmanlı’nın bayram kutlamalarında bile bir azamet vardı anlayacağınız. Ziyaretler, el öpmeler, harçlık vermeler hep bu azametin parçalarıydı ve bayramlar geleneksel bir sistem içinde kutlanırdı.
Bayramın temel eksenini “toplumsal sevgi” oluştururdu. “Hediyeleşme-yardımlaşma” ve “paylaşma” bu maksadın ayrıntılarıydı.

Zengin sofraları zaten ramazan boyunca iftar saatinden imsake kadar açık olur, isteyen destursuz içeri girip karnını doyururdu.

Hele bayram günleri; bayram günleri İslâmın “kardeşlik” düsturunun hayatı bütünüyle kuşattığı günlerdi. Verecek hiçbir şeyi olmayanlar bile din kardeşlerine gülümser, böylece “sadaka sevabı” alırlardı.

Anlayacağınız, bayramlar dâhil her şey “iman” eksenli yaşanır, hayat geçici hevesatın değil, ebedi hayatın hizmetinde gelişirdi.

Yürek pusulaları kıbleyi gösterir, evler dâhil her şey kıbleye dönük olurdu.

Bayramlar bu çerçevede yaşanan bir hayatın güzellemeleriydi. Ama bayramın da amacı vardı: Sevme ve yardımlaşma…

Bu iki kavram, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in vahye dayalı olarak getirdiği “Yürek İnkılâbı”nın da özü ve özetiydi zaten.

Efendimiz büyük inkılâbını “Sevmek” ve “vermek” temeline oturtmuştu. Devr-i Saadet’de hayat “infak” kokuluydu.

Sevmeyen veremezdi. İşte bu yüzden bayramlar sevme ve sevgiyi “vermek”le besleme zamanlarıydı.

Eski İstanbul’da bayram hazırlıkları ramazanın ortasında başlardı. Alış verişler yapılır, gerekiyorsa çocuklara ayak ölçülerine göre potin (ayakkabı) siparişi verilir, seçilen kumaşlar evde özenle dikilir (konfeksiyon yok tabii ki), yakın akrabalar için işlemeli mendiller, yemeniler ve iç çamaşırları bohçalanırdı.

Ayrıca kurabiyeler, lokmalar, lokumlar dökülür, rengârenk şekerlerden bir “ikram sofrası” oluşturulurdu.

Ama her konuda olduğu gibi bu konuda da mahalleli yetimlerle fakirlerin önceliği vardı. Önce onların ihtiyaçları dikkate alınarak alış veriş yapılırdı.

Mahallenin yetim çocuklarıyla fakirlerine dağıtılacak elbiselikler bohçalanır, yanlarına bir miktar gıda maddesi ile nakit para konur, ramazanın son haftasına kadar sahiplerine ulaştırılırdı.

Ancak ondan sonra ailedeki çocuklara elbise dikilirdi. Onları evde çalışan hizmetliler ve ailenin kadınları takip ederdi. Erkekler en sona bırakılırdı.

Osmanlı mahallesinin ombudsmanları (Ak Saçlılar Meclisi) tarafından bayram öncesinde mahallenin küsleri tespit edilir, gide-gele uzlaşma noktaları bulunur, barıştırılıp bayrama mutlu bir şekilde girmeleri sağlanırdı.

Bu gelenek toplumsal barışın temelini teşkil ederdi. Mahalleler de barışık toplumun yeşerme alanlarıydı.

“Sevmek” maddesi böylece hayata geçtikten sonra, sıra “vermek”e gelirdi.

Bunun adı “infak”tı. (İnfak: Malını Allah yolunda, sırf Allah rızası için sarf etmek). “İnfak” o denli geniş alanları kapsardı ki, bunun bir ucunda devlet, bir ucunda saray, bir ucunda vakıf müesseseler ve imaretler (bedava yemek yenen yerler) bulunurdu…

İnfak o kadar yaygındı ki, Osmanlı Devleti’ni gezen Avrupalı gezginler “dilencisiz bir toplumsal yapı”dan söz etmek zorunda kalırlar, kendi ülkeleri adına utanırlardı.

Her neyse, efendim. Eskilerin dediği gibi, “İydiniz said, ömrünüz mezid, makamınız cennet olsun!”
Kısacası, bayramınız mübarek olsun!

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.