Akit Yazarı Gezi Parkı'nda

Akit Yazarı Gezi Parkı'nda
Akit'te de yazıları çıkan Habervaktim.com Yazarı Prof. Dr. Namık Açıkgöz, Gezi Parkı olaylarını mürekkephaber'e değerlendirdi. İşte o röportaj:

"Gezi eylemlerini, eylemler hakkında en sert yazıları yazan Akit yazarı Prof. Dr. Namık Açıkgöz ile olay yerinde, bizzat Gezi Parkı’nın içinde konuştuk.

Uzun zamandır Namık Hocayla Gezi eylemlerini konuşmak istiyorduk. Ne yalan söyleyeyim röportajı Gezi Parkı’nın içinde yapmayı teklif ettiğimizde Namık Hocanın kabul edeceğini düşünmüyordum. Etti. Gezi’ye geldiğimizde yer yer küçük gruplar sloganlar atıyordu. Yani, bir anlamda Hoca deplasmanda idi.

Prof. Dr. Namık Açıkgöz’e böyle bir ortamda sorduğumuz sorular objektif; Hocanın verdiği cevaplarsa netti.

İlk günden beri Gezi Eylemlerini siz de izliyorsunuz. Bununla ilgili çeşitli gazetelerde ve dergilerde yorum ve değerlendirmelerde bulundunuz. Sizce Gezi Eylemleri nedir, neye karşıdır, kim tarafından yapılmıştır, iddia edildiği gibi “faiz lobisi” ve “dış mihrak”ların etkisiyle mi yoksa halkın kendi iç-dinamiğiyle mi gerçekleşmiştir?

Gezi Eylemleri 27 Mayıs günü başladığında, bunu sosyal paylaşım sitelerinde paylaşan arkadaşlarım olmuştu. Ciddiye almamıştım. Bu olayı Greenpeace hareketi gibi; Türkiye’deki Yeşiller hareketi gibi bir hareketin yapmış olduğu masumâne ve çevreci bir eylem olarak görmüştüm. “3-5 ağaç için gençler sokağa dökülüyor veya eylem yapıyor. Bunlar bu eylem esnasında Taksim gibi bir yerde şehrin göbeğinde yeşil bir alanın korunması için gayret sarf ediyorlar.” demiştim. Ama ne zamanki Sırrı Süreyya Önder piyasaya çıktı; bu eylemler yüz değiştirmeye başladı. Bu yüz değiştirmeye başladığı geceden itibâren de olayı ciddi bir şekilde izlemeye başladım. Akşam saat 10.30 gibi eylemi naklen yayınlayan bir kanaldan seyrettim. Orada görülen oydu ki; Türkiye’de devrim olmuş, Levent Kırca’nın da Londra’dan söylediği gibi, İstanbul ele geçirilmiş ve hükümet istifa etmeye hazırlanıyormuş gibi bir hava verilmeye çalışılıyordu. Ben o gece saat 11.00’dan sonra topa girdim. İlk üç gün, Gezi Eylemleri’ni, doğa düşkünü; daha doğrusu ağaçları seven masum gençlerin eylemi olarak görmüştüm Ama Sırrı Süreyya Önder’in piyasaya çıkmasının ardından eylemlerin boyutu değişti.

887752namik-acikgoz-1-001.jpg

Sırrı Süreyya Önder’in ortaya çıkışıyla eylemler siyasi bir boyut mu kazandı demek istiyorsunuz?

Sırrı Süreyya’nın eyleme politik bir amaç zerk ettiğini görüyorum. Bundan sonrasında da, haliyle Türkiyede siyasi parti muhalefetinin çöktüğünü görüyorum. Bu çökmenin doğurduğu boşluk vardı. Bu boşluk özellikle 1990’dan sonra okullarda okumaya başlayan ya da 1990-95 doğumlu kuşağın yaşadığı 10 senelik AK PARTİ iktidarı zamanında ciddi bir muhâlif duruş ortaya çıkarmıştı. Gezi eylemcilerinin duruşu da aslında esası olan bir duruş değil; bu duruş pek çok şeyi bilmeyen bir duruş. Mesela bu kuşak bir eve sabit telefon bağlamanın yıllarca sürdüğünü bilmeyen bir kuşaktır. Telefon ihtiyacı olduğunda tak diye parayı basıp (Tabii, çoğu baba parası) alan bir kuşaktır bu kuşak. Hafızası boş bir genç kuşaktır. Bunlar buzdolabının evlerde lüks olduğunu bilmezler. Bu kuşak her şeyi hazır bulmuş ve hazır bulmanın ötesinde bir tatminsizlik yaşayan bir kuşaktır. Bunlar, otobanda 5. vitesle gitmenin lüksünü yaşayan bir kuşaktır. Ama o yolda hiç viraj görmediler; o yolda hiç yokuş görmediler. Ondan önceki kuşaklar bu yollardaki virajları, yokuşları bilen, yani hayatın zorluklarını bilen kuşaklardı. Şimdiki kuşaklar ise bunları görmediği için, istiyorlar ki otobanda 5. vitesle gitmek yetmez hava yastıklı trenler veya hava yastıklı turbo motorlu otolarla gidelim. Bunların beklentileri mevcut reel durumun çok çok üstündedir. Bunları mevcut iktidar değil; başka iktidarlar da karşılayamaz. Bunlar hızlı tüketimin tatminsizliğiyle kendilerini boşukta hissedip ütopik amaçları ve hedefleri olan bir gençlerden oluşur ve hâliyle istekleri karşılanamaz. İstekleri karşılanmadığı için de bunlar kendilerini bir şekilde dışa vuracaklardır. Bu da son derece doğaldır.

Başbakanın, bu olaylar sırasında 1970’lerde MC hükûmetleri tarafından sıklıkla kullanılan “dış-mihrak” jargonuna başvurduğunu görüyoruz (Hatta Uğur Mumcu, Doğan Avcıoğlu gibi aydınlar o yıllarda bu jargonla ilgili pek çok yazı yazmıştı ve ti’ye alınmıştı hatırlarsanız). Gerçekten “dış mihrak”ların burada bir parmağı olduğuna inanıyor musunuz?

Başlangıç aşamasından son aşamasına nelerin cereyân ettiği ile ilgili istihbarat bilgileri bizim elimizde değil. Devlet yetkilileri dış mihrakların olduğunu söylüyor. Dünya devletleri böyle bir olay olduğunda dış mihrakların etkisinden bahseder. Gelişmiş ülkeler bunu yapmaz. Az gelişmiş ülkelerin tamamı böyle yapar. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da böyle bir olay olsa “Dış mihraklar!...” denmez. Çünkü bizim dış mihraklarımız bu ülkelerdir. Ama bizim gibi az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde bunu dış mihraklara bağlayıp rahatlama, toplumun gazını alma temayülü vardır. Dış mihraklar elbette Türkiye’deki en ufak bir olaydan bile nemalanmak için gayret sarf eder. Mesela bu ülke bir ASALA gerçeği yaşadı. 12 Eylül öncesi şiddet olayları yaşadı. PKK meselesini yaşadı. Biz Lozan’dan beri kanayan bir yarayız. Lozan bu ülkenin közünü söndürmemiş; közünün üzerine kül atmıştır. Lozan’dan sonra bu ülkenin kanayan yarası dış mihraklar tarafından çok rahat bir şekilde kanatılacak vaziyette bırakılmıştır. Gezi olayıyla Türkiye yumuşak karnını göstermiştir. Dolayısıyla dış mihraklar bundan sonraki süreçte buradan çalışacaktır.

Ama şöyle bir çelişki yok mu? Bugünkü iktidar son on yıllık bir dönemdir iktidardadır ve 10 yıldır dış-mihraklar diye kast ettiği büyük faiz lobilerinin istediği birçok şeyi yaptığı; daha doğrusu Neo-liberal bir ekonomi anlayışı güttüğü söyleniyor. Böyle bir olayda AK PARTİ’nin “faiz lobisi” karşıtı açıklamalar yapması sizce pek inandırıcı bir nitelik kazanabilir mi?

AK Parti zamanında,Türkiye’de devlet kapitallerinden beslenme skalası genişledi. Eskiden beridir bildiğimiz faiz lobisi de, doğal olarak daha da genişledi. Özal zamanında uyandığı söylenen Anadolu kaplanları da devlet kapitallerinden istifade etmeye başladılar. Dolayısıyla faiz lobisinin devlet kapitalinden aldığı pastadan payı azaldı. Bu gidişten dolayı, bunun getirdiği itici güç de var. İstanbul sanayi cuntası boş durmuyor. Hatırlayın... 1996-97 yılında Rahmetli Erbakan, havuz sistemiyle faizi düşürmeye kalktığında hemen arkasından 28 Şubat oldu.

Evet, Mümtaz’er Türköne de 28 Şubat’ın arkasında büyük sermayenin var olduğunu savunuyordu. Ama Sabancıların ve Koçların AK PARTİ döneminde büyük atılımlar yaptığı söyleniyor. Bunlara bakınca, AK PARTİ bu grupları eleştirirken onlara alttan destek veriyor gibi bir görüntü mü çiziyor sizce?

Herkes kazanırken hiç kimse “şu grup kazanmasın” diyemez. Öyle yaptığı zaman daha büyük sosyal olaylara sebebiyet verilmiş olur.

Öyleyse şu şekilde soralım: Gezi direnişindeki kitlelerin anti-kapitalist duruşunu düşündüğümüzde, bunların da aynı şekilde faiz lobilerine karşı olduğu sonucuna varabiliriz. Bu durumu faiz lobisinin kendisi de gâyet iyi bilir. Buna rağmen sizce, Başbakan neden böyle bir şeyi söylemiş olabilir? Bu topu taca atmak mıdır, yoksa bu söylemin -ekonomi-politik şartları düşündüğümüzde- nesnel bir karşılığı var mıdır?

Başbakan İstanbul sanayi cuntasına gözdağı vermek istiyor. Bu kadar basit. Anadolu sermayesini tuttuğunu göstermek istiyor. Sayın başbakan, bu tutumunda da gâyet haklıdır. Sermayenin tekelleşmesi yerine çoğullaşması son derece doğrudur. Mevcut işleyişte tabii ki eleştirdiğim yönler de var ama 28 Şubatçı sermayenin rest görmesi gerektiğini de düşünüyorum. Bu gençlerin sermayeye karşı olması gibi bir durumu kimse yutmaz. Bu çocukların hepsi üniversite bitince Tekelci sermayenin personeli olmak için can atıyor.

Baskın Oran, konuyla ilgili bir yazısında Anadolu sermayesinin niteliğine değinmişti. Burada, Anadolu sermayesinin yeni yeni büyüdüğü için henüz burjuvalaşamamış olduğunu; bu nedenle kâr hırsı gözünü bürümüş bir şekilde, çevresel hassasiyeti dikkate almadan da her tarafa AVM’ler inşa ettiğini ve Gezi eylemlerinin de buna karşı bir tepki olarak görülmesi gerektiğini dile getirmişti. Siz, Oran’ın bu konu hakkındaki tespitlerine katılıyor musunuz?

Gezi Parkına AVM yapılmasaydı da başka bir yere AVM yapılsaydı, bu gençler karşı çıkacak mıydı? Anadolu’da binlerce yere AVM’ler yapılıyor. Türkiye’de 20 yılda alışveriş kültürü değişti. Anadolu’nun her tarafında AVM var ve halk AVM’lere gezinti yerine gider gibi gidiyorlar. “Şuraya bir AVM yapılmış; gidelim orada gezelim” diyen, AVM’lere gidip vitrin seyreden bir Anadolu halkı var. AVM’ler, alışveriş kültürünün değişmesinin getirdiği bir sonuçtur. Ben taa 1991 yılında yazıp yayınladığım “Ekonomik Kültürün Takdim Boyutu” başlıklı yazımda, bu hususa parmak basmıştım. Peşin olarak söyleyeyim AVM’leri de savunan bir adam değilim. AVM’deki kasiyer kızın helalleşme yetkisi yoktur. Helalleşebileceğim yerden alış veriş yapmayı tercih ederim. Cenazeme bakkal gelir; AVM’ciler değil. Bunun için bakkaldan alışveriş yaparım.

Gezi’de ayaklanan gençliğin size göre en önemli niteliği nedir?

Gezi’deki gençliği bir araya getiren en önemli etken –bence- “tepkisel haz”. Daha doğrusu “tepki duyma hazzı”. Bu gençler, “Ben tepki duyarak zevk yaşıyorum” diyor. Kendince bir takım sorunlar biriktiriyor. O biriktirdiği sorunlara karşı bir tepki ortaya koymaya çalışıyor. Belli ki bu on yıllık bir bıkkınlıktır. Daha doğrusu on yıl aynı siyasi iktidarı görmenin bıkkınlığıdır belki de.

Bir de bu gençler, hayatlarına anlam katmak istiyor; hikâyeleri olsun istiyor. Şimdi,torunlarına anlatacak hikâyeleri oldu.

Peki bu gençlerin hiç mi haklı demokratik talepleri yok?

Ne söylediler demokratik hak olarak? Bir şey söylemediler ki... Eğitimle, öğretimle, demokrasinin işleyişiyle ilgili hiçbir şey söylemediler. Tek söyledikleri “hükümet istifa” oldu. Ayrıntısız ve totalci bir yaklaşımdır bu ve tabii ki, toptan bir reddiye ile karşılaştılar.

781008namik-acikgoz-3-001.jpg

Gençlerin tepkilerinden birisi iktidarın, güçler ayrımını ihlâline yönelikti. Başbakanın da söylemlerine yansıdığı şekliyle “benim valim”, “benim polisim” vs. gibi ifâdeleri de göz önünde bulundurduğumuzda, eylemci gençliğin çokça rahatsızlık duyduğu bu ayrımın ihlâli hususûnu düşünmekte fayda yok mu?

Bu gençler yasama, yürütme ve yargının ayrı olduğunu bilmezler. “Güçler Ayrılığı” konusunu çoğunun bildiğini sanmıyorum.

Peki en azından, Başbakanın “ben istediğimi yaparım” türü söylemleri bu gençleri rahatsız etmiş olamaz mı?

Seçilmişlerin 1. tekil şahıs kullanması beni her zaman rahatsız etmiştir. Bu bir rektör de olabilir. Sürekli “benim üniversitem” derse ben rahatsız olurum. Başbakanın “benim polisim” demesi, Demirel’in’in “Benim işçim, benim köylüm, benim memurum...” demesi gibi… Ama bunun saltanatla özdeşleştirilerek empoze edilmesi de buna sebebiyet vermiş olabilir. Yakın geçmişte reddettiğimiz bir saltanat varken bunu hatırlatan cümleler kullanarak, iktidarın 1. tekil şahıslı söylemlerini eleştirmiş olabilirler.

Gençlerin bir başka önemli talebi de %10 seçim barajının kaldırılmasıydı…

Seçim barajı kaldırıldı diyelim… Ne olacak? Mesela Ak Parti 326 değil de 300 milletvekili çıkaracak. Geri kalan milletvekili diğer partilere dağıtılmış olacak. %10 seçim barajı parti içi koalisyonları teşkil eden bir durum. %10 barajı, parti içi koalisyonlarla çözümü getirmiştir. Bugün Ak Parti’nin sadece Millî Görüşçülerden oluştuğunu söyleyemeyiz. Orada liberal de var, muhafazakâr da var, ülkücü de var....

Özetle, bu gençlerin AK PARTİ’nin antidemokratik uygulamalarına değil de kendi hevesleri uğruna mı ayaklandığını düşünüyorsunuz?

Biraz önce söyledim: Gençler tepkilerini özgürce kullanarak bir “tepki gösterme hazzı”; “otoriteye karşı diklenme hazzı” yaşıyorlar. Bu bir hedonizmdir. Üstelik bu gençlik, hafızası sadece tüketime endekslenmiş bir gençliktir. İnsanlığın derin tecrübesinden maalesef ki habersiz bir gençliktir. Biraz önce şurada eylem yapan gençlere “Raskolnikov kimdir desek, Jean Valjean kimdir desek?” bilmezler. Bunlar Leyla ile Mecnun’u, Hafız’ı okumamışlardır. Goethe’nin Genç Werther’in Izdırapları”ndan bahset; bilmezler. Marx’ın “artık değer teorisi”nden bahset, “O ne la?...” derler. Da Vinci’nin Şifresi, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter okuyarak yüksek tempolu bir hayata alışmış bir gençliktir bunlar ve çoğu antidemokratiklikten falan anlamaz.

Tüketim toplumunun ortaya çıkışının büyük ölçüde neo-liberal bir ekonomi-politiğin sonucu olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda ve bu tür bir ekonomi-politik süreçlerin de daha çok AKP ve onun DP, ANAP gibi iktidar öncülleri olan hükümetlerin dönemlerinde hızlandırılmış olması, bahsettiğiniz durumla ilgili bir çelişki oluşturmaz mı?

Bu gençlerin çoğu Özal zamanında îcâd edilmemişti(!) Ak Parti, elinde YÖK, MEB gibi kurumlar olmasına rağmen bu gençlere yeni hikayeler veremedi. Gençlere Fatih Projesi’nden bilgisayar, bedava kitap vermekle bu iş çözülmüyor. Bu gençlerin hikayesi yok. Bu genç TOMA’nın gelip kendisine su çıkmasına direnmekle veya polisle çarpışmakla, dört yol ağzını trafiğe kapatıp ortaya bağdaş kurup bira içmekle, orada slogan atmakla hayatlarına anlam katıyor.

660377namik-acikgoz-5-001.jpg

Biraz meşrûiyet sorunu var yani gençlerin, öyle mi?

Meşrûiyet değil de kendi varlığını gösterip/göstermeme sorunu var. Kamu güvenliği bozmak meşrûiyet kazandırmaz; aksine meşrûiyet kaybettirir. Nitekim Gezi eylemleri, içinde bulunduğumuz alanla sınırlı kalsaydı toplum buna sıcak bakardı. Yolların kapatılması, sokakların yağmalanması toplumun ilk 3-4 günkü bakışını değiştirmiştir.

Eylemler zâten Gezi Parkı’yla sınırlıydı ve ilk müdahale de güvenlik güçlerinden –üstelik de sert bir şekilde, yani “orantısız-güç”le- geldiği söyleniyor. Hatta daha sonraki müdahalelerde Gezi Parkı içerisindeki revir hedef alındığı iddia edilmişti. Revire saldırı olması da olayların gittikçe büyümesine yol açtı deniliyor…

İlk müdahale hakkında çeşitli spekülasyonlar var. Hükümet ilk müdahaleyi yapan zabıta ekipleri hakkında gerekli işlemleri yaptı. Bu şekilde güç kullanmak orantısız bir şekilde güç kullanmaktır. Yanlıştır. Bu orantısız güç kullanma güç kullananın gücünü arttırmadı; zayıflattı. Güç kullananlar bunu fark etmediler. Çünkü karşılarındaki topluluk örgütlü bir topluluk değil. Devlet gibi kurumsallaşmış bir topluluk değil. Bu gücün karşısında direndiğini iddia eden gençliğin kontrollü örgütlü bir gençlik olmadığını fark edemedi gücü kullananlar. Toplumsal olaylarda yaptığınız bir hareketin nasıl bir sonuç doğuracağını hesaplayamazsınız. Yönetim de doğal olarak bunu hesaplayamadı. Revire müdahale olduğu söyleniyor. Polis burada revir olduğunu bilmez. Revire müdahale edildiği ajitasyonu son derece yersiz.

Taksim Komünü’ne gelelim. Kendilerine özgü mizâhi dillerini, okuma düzeylerini; kısacası kitlesel heterojenlik niteliğini göz önünde bulundurduğumuzda, bu gençlerin eylemler sırasında bu şekilde güzel bir dayanışmada bulunması -Thomas Hobbes’un ifâdesiyle- “insanın insanın kurdu olduğu bir düzende sizce güzel bir hareket değil midir? Neticede, meseleyi gençlerin içlerindeki insani duygunun uyanması olarak alamaz mıyız?

Öyle dersek baştan kaybederiz. Zekât kültürünün, fitre kültürünün, sadaka kültürünün olduğu bir yerde bu nitelikli, süreğen ve ilkeli bir dayanışma değildir. Taksim Komünü 8-10 tane gencin tetiklediği basit bir komünal durumdur. Birbirine su vererek dayanışma vs. çok basit şeyler. Takas kültürünün yansıması... Toplumsal yaralarda siz çare bulucu; üretici bir şey meydana getirebiliyor musunuz? Sizin toplumsal yaraları tedavi edecek bir dayanışma kültürü teklifiniz var mı? 8-10 tane gencin baba parasıyla dayanışması hiçbir şey ifade etmez. Bunları ciddiye almıyorum. O gençlerin çoğu bizim öğrencilerimizdir; oradan biliyoruz yani… Baba parasıyla komünal hayat yaşamaya kalkıyorlar.

En azından böyle bir ortamda, bu kadarı bile iyi değil mi?

Dayanışmanın bizzat kendisi iyi bir şeydir. Ben bireyselci bir insanım. Ama bireyselciliği bir diğerinin hakkına tecavüz olarak algılamayalım. Diğer bireyi de zenginleştiren bir zihniyetten bahsediyorum. Dayanışma elbette iyidir ama bu gençlerin dayanışması,komünal yaşaması ciddiye alınacak bir şey değil; aksine karikatür gibi bir şeydir. İnanmıyorum. Bu gençleri biliyorum. Daha büyük bir dayanışma sınavından geçseler, çoğu sınıfta kalır.

Ama bu gençliğin bir tarafı var: Bu gençliğin temel birleştirici özelliği, ironiyi önceleyen zekâdır. Yani bizzat zekânın kendisidir. “Köprünün adını bilmem ne koy...” gibi şeyler zekice bir buluştur ama aynı zamanda iğrençtir. “28 Şubat’ta neredeydiniz?” sorunusuna “Kreşteeee!...” diye cevap veren bu zekâ, esasında Twitter zekâsıdır. Bu tek mesajlık bir zekâdır. Facebook zekâsıdır. Dikkat ederseniz, gençler Facebook’ta zeki ve ironik bir dil kullanmayı çok seviyorlar. Bakın Facebook’taki en büyük paylaşımlara… Bunların çoğu zekice olan uzun olmayan cümlelerdir. Bu gençliğin en büyük özelliği, bu zekâyı konuşturacak bir ortaklık sergilemeleridir.

Büyük kitle ayaklanmalarında, kitlenin büyük bir çoğunluğu genelde yüksek bir tabakaya âit değildir. Nitekim iyi bildiğiniz gibi, Fransız İhtilâli’ sırasında, bizdeki kitle için nasıl “chapulling/çapulcu” tâbiri kullanıldıysa onlardaki geniş kitle için de “sans-cluttos/baldırı çıplak” ifâdesinin kullanılması da bu sebeple boşuna değildir… Ama bunları yönlendiren sınırlı sayıda birikimli/okumuş bir kitle vardı. Türkiye’deki durum da buna benzedi. Sizce bu normal bir şey değil mi?

Dünyada da, bahsettiğiniz gibi bu şekilde vuku bulan büyük ayaklanmalarda bir çekirdek kadro vardır. Bir de kadronun bir hinterlandı ve bu hinterlandın da dayandığı bir kitle vardır. Bütün eylemler böyle yapılır. Çekirdek kadro, teoriyi kurar; eylem stratejisini geliştirir; kalabalıklar da “Durduk divana uyduk meydana” hesabı, sokaklara düşüp macera yaşar. Filozofun kalkıp da böyle bir eylem yapmasını bekleyemeyiz. Filozof düşünür ve yazar. Filozof söyler; dolayısıyla kitlelere ihtiyaç hissetmez. Ama bu gençlik bizzat kendisine yabancılaşan bir gençliktir. Bu eylemlerle grup ruhuna kendisini eklemleyip kendisinden uzaklaşan, yabancılaşan ve karnaval kimliğine bürünen bir gençliktir. Karnavallardaki başkalaşma da iki boyutludur: Geleneksel ve modern. Geleneksel karnaval havasına baktığımızda dini ritüeller, bayramlar vb. diğer dini geleneklerle insanlar bir başkası olur. Mesela İslâmî bir yaşantıda birey olmazsınız; kul olursunuz. Siz başkalaşarak bu kitlenin bir parçası haline gelmiş olursunuz. Modernitede de karnavallar vardır. Karnavallar, insanın psikolojisinin ve insan iradesinin rahatlatıldığı yerlerdir. Modern çağlarda, futbol maçlarında, büyük konserlerde, Rio Karnavalı ya da Çin de geleneksel şekilde devam eden karnavallarda insanlar, bir başkası olarak; yani grubun belirlediği kimlik olarak kendilerine yabancılaşırlar. Taraftadırlar, fanatiktirler, ejderha kılığındadırlar, olağanüstü yaratık kılığındadırlar, cadı kılığındadırlar. Maske takarlar falan filan... Gezi eyleminde de benim ilk defa ortaya çıkardığım bir tespitim vardır. Burada üç türlü maskeliler vardı: 1) Vendetta maskeliler, 2) Poşulular ve 3) Kırmızı eşarplılar. Kırmızı eşarplıları ve poşuluları tanıyoruz. Poşulular, daha düne kadar PKK’yı sembolize eden eylemcilerdi. Kırmızı eşarplılar da DHKP-C ve benzeri marjinal marksist grupların sembolleriydi. Halk bunları tanıyor. Bu nedenle bunları görünce de şaşmadı. Ama bunların içinde Vendetta maskesi takanlar vardı. Bunlar şehirli çocuklardı. Bu çocuklar daha çok zekâ kullanmaya endeksli olan çocuklardı. Bunları toplum yadırgamadı. Ne zaman ki vandallıklar ortaya çıktı; toplum o zaman bu eylemlerle arasına mesafe koydu. Yoksa zekâ itibariyle ve biraz karikatüristik de olsa komünal yaşamaları sempatik olgulardı. Bunları olumsuzlayamayız.

Gençlerin arasında, henüz olayların başında, kendilerini Ülkücü, Anti-kapitalist Müslüman yahut da Anadolu Gençlik olarak addedenler de vardı. Peki bunlar sizce neden geldi ve daha sonra neden geri döndüler?

“İhsanî tarikati” mensuplarının gelmesi iktidara olan muhalefetlerinden kaynaklanıyor. Anadolu Gençlik örgütünün gelmesi aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bozkurtların gelmesi de yine iktidara olan muhalefetlerinden kaynaklanıyor. Ortak paydaları iktidara olan muhalefetleriydi. “İhsanî”ler hâlâ devam ediyorlar. Birayla iftar açıyorlar; gördüm. Arslan Bozkurtlar ise yok... Genel başkanları “evinize dönün” dedi. Onlar Bozkurt olarak çıktılar ama tavşan olarak veya sevimli birer kedi olarak evlerine döndüler. Sevimli ve masum çocuklardı onlar. Mesela Sinan Ogan twit attı; “ gezideyiz” diye… Genel başkanları “Gitmeyin” deyince Sinan’cığım gelemedi Gezi’ye…

Buradaki ayaklanmaya Chomsky, Feroz Ahmed, Baskın Oran, Murat Belge, Zülfü Livaneli gibi dünya çapında ün yapmış olan yerli-yabancı birçok aydın da destek verdi. Gençlerin taleplerini demokratik talepler olarak yorumladı. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz;?

Chomsky “Bunlar haksız yere ayaklanıyor” mu deseydi? Chomsky, olayları okuyup genel dünya konjonktürüne göre konuşması gereken biri; bizim iç politikamıza göre değerlendirme yapamaz. Demek ki dışarıdan bakıldığında, buradaki tepki demokratik bir tepki olarak algılanıyor. Tepki zaten demokratik bir tepkidir. Bu yanlış anlaşılmasın. Demokratik tepkinin de olması son derece doğaldır. Ona hiçbir şey demiyorum. Ama bu gençlerin demokrasi talebi diyoruz ya, bu gençler daha neyi talep ettiklerini bilmiyorlar. Chomsky’nin de Faroz Ahmed’in de buradaki olayı son derece demokratik bir tepki olarak görmeleri son derece normaldir. Türk aydınları ise, 1970’ten beri Türkiye’de mevcut iktidarlara hep olumsuz tepki göstermişlerdir. Yaralı parmağa işedikleri görülmemiştir. BU yüzden yerli aydınları objektif bulmuyorum.

Gezi parkı ile ilgili yazdığınız yazılarda sürekli “eylemsel demokrasi” kavramının kendisi ve önemi üzerinde durdunuz. Bu kavramı açabilir miyiz?

Bu sözü söylediğim günlerde, demokrasinin tezahür ettiği yerin sandık olduğu söylenmişti. Ben sandığın belirleyici bir unsur olduğunu ama çok da etkisinin olmadığını ifade etmek amacıyla bu kavramı üzerinde durmuştum. Günümüzde artık birey kendisinin ontolojik varlığının farkındadır. Herkes herhangi bir olumsuzluğa sosyal medya aracılığıyla tepkisini ortaya koyabilmektedir. Mesela Gençlik ve Spor Bakanı’na “Suat Abi donuyoruz” diyen genç, ertesi gece kaloriferleri yaktıracak imkana kavuşmuş demektir. “Temsili demokrasi”, “katılımcı demokrasi” gibi kavramlar bu gençlere Servet-i Fünûn dili gibi geliyor. “Aktif demokrasi”nin harekete geçmesi gereklidir. Artık günümüzde hiçbir seçilmiş ve atanmışın “ben yaparım olur” deme gücüne sahip olmaması gerekir. Ama bu, örneğin 28 Şubatçı zihniyetin %95’le iktidara gelseler yine “biz yaparız” demesi değildir. Türkiye’de bir azınlık tahakkümü var. “Eylemsel demokrasi” ise azınlık tahakkümüne yol açmayan bir anlayıştır.

Başbakan’ın yerinde ben olsam ne derdim? Şimdi yalakalık ediyorum sanmasın gezi-zekâlılar... Ama kimse kusura da bakmasın, gençlerin dilinden en iyi anlayan siyasi lider Kasımpaşalıdır. Racon bilir. Servet-i Fünûn dilini değil; sokağın dilini konuşmaya en yakın siyasî liderdir. Dolayısıyla bu gençler bu eylemlere başladığı sırada yurtdışında Başbakan şunu diyebilirdi: “Kanka geliyorum. Gezi’de sizinle 7/24 demokrasiyi konuşacağım...” Böyle deseydi, işler bu kadar büyümezdi.

Gelelim TOMA-NÂME meselesine. TOMA-NÂME nasıl ortaya çıktı, aslında nasıl ortaya çıktı ve ne derece anlaşıldı?

TOMA-NÂME aslında bir matrak olarak başladı. Bir akşam üzeri, mesai bitimine yakın saatlerde arkadaşlarla matrak geçerken bu Beşiktaş ve Çarşı meselesi konuşulmuştu. Koyu Beşiktaşlı bir asistanım var; ona matrak olsun diye de,

“İndim Beşiktaş çArşısına

Durdum TOMA karşısına

Sıktı suyu tomalar

Döndüm lahana turşusuna”

diye bir mâni yazdım Facebook’ta... Tamamiyle matrak olsun diye yazdım. Yazar yazmaz beğenme hücumuna uğradı. Ondan sonra diğer dörtlükler de ortaya çıkmaya başladı.

 

“Oy TOMA`ma TOMA`ma

Haber verin babama

Babam yardım etmezse

Neyler bize Obama

Oy TOMA`cım TOMA`cım

Kasımpaşa yamacım

Susadım su isterim

Eylem değil amacım”

diye devam etti.


Gezi eylemcileri zekâya hayran gençlerdir. Ben de orada, ironiye yönelik bir zekâ kullanayım diye bunu yazdım. 8-10 tane olunca, “halk-ı âlem de müstefîd olsun” diye, biraz daha işleyerek o haftaki yazımda yayınladım. Birilerini baya baya acıtmışım ki ertesi gün önce Odatv bunu alıntıladı. Sonrasında da bütün medyaya yayıldı. “Hadi hep birlikte saldıralım” psikolojisini ve “TOMA’ya aşk şiiri” diye verilerek değersizleştirme, hafife alma amacı gördüm o alıntılamalarda. Nitekim yorumların hepsi de öyle oldu. Bunda da görüldü ki, “orantısız zekâ” kullandıklarını söyleyenler, “öteki”nin “orantısız zekâ” kullanmasına tahammül edemiyor. Oysa, aleyhimize de olsa, zekâ kıvılcımlarımızın çarpışarak ortalığı şenlendirmesi daha iyi olmaz mıydı?

Ropörtaj için çok teşekkür ederiz sevgili hocam…

Ben teşekkür ederim sevgili gençler."

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum