M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Üzgünüm Huzursuzum Kırgınım

Üzgünüm Huzursuzum Kırgınım

Sabah çayımı içerken bilgisayarda haberleri, yorumları okuyor, resimlere bakıyorum. Sade bir vatandaş olarak içimde büyük bir üzüntü ve öfke var. Kırgınım, kederliyim, huzursuzum, tedirginim.

Ana cadde üzerindeki üst köprü çöküyor, dev rezidansın asansörü düşüyor, yağmur yağınca seller oluyor… Yalova’da, başka şehirlerde su bitiyormuş…  Freni patlayan otobüsler… Bonzai’den ölen gençler… AVM tuvaletinde ırzına geçilen kadın… Hapishanede tecavüze uğrayan çocuk…

Köşe yazarları bir konuyu dile getirmiyor:

Ayak sesleri duyulan büyük İstanbul depremi… Asansör kazasında ölen on işçi için çok ağlayanlar, isyan edenler, nedense bir milyon kişinin ölümüne yol açabilecek depremi konuşmuyor.

Yakın zamana kadar agresif muhalefet yapan gazetelerin internet sitelerine bakmıyordum. Artık okuyorum…

Yağcı ve yalaka medyayı takip etmekten vazgeçtim.

Doğruları yazan pembe gazetelere ihtiyacım var.  Pembe gazete hiç yok değil ama yazdıklarının çoğu doğru değil.

Suratlar asık… Kinli ve hırslı gözler kısık… Muhalifler alabildiğine acımasız… Yağcılar alabildiğine meddah…

1961’e dönebilsem, akşam yemeğinden sonra Marmara Kıraathanesi’ne çay içmeye, sohbet etmeye gitsem… Şeyh Muzaffer Efendi, Erol Güngör, Nuri Kayahöyüklü, Ali İhsan Yurt, Mükrimin Halil, Ziya Nur ve ötekiler… Nerelere gitti onlar? Cinnet Müstatili…

Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin

Bülbül hâmuş havz tehî gülsitan harab

Dev İstanbul’da zamanın çarkları çok hızlı dönmeye başladı. Zaman, her yerde aynı hızla akmaz. İstanbul’da fıldır fıldır, kimsenin gitmediği yaylada aheste aheste.

İstanbul civarında kıyıda köşede kalmış kör bir belde kaldıysa oraya göçmeli. Bir yayla da olabilir. Yüksek duvarlarla çevrili bir köy evi. Taşlıktan üst kata çıkan merdiven köhnemiş, basamakları gıcırdıyor.

Kışın büyük ocak yakılabilir. Odun parası fazla tutarmış. Biz zaten yanmışız.

Ezan okununca yakındaki camiye giderim. Namaz bitince, tesbihatı beklemeden eve dönerim. Birkaç meraklı buraya niçin geldin diye sormasın diye.

Haftada bir erzak almak için üç dört bin nüfuslu ilçeye giderim. Bu akşam mönüde tereyağlı tarhana çorbası ve erik hoşafı var. Beğenmediniz mi? Siz şehirde alinazik kebabı, üzerine künefe yiyin.

Yayla evinde semaver kaynıyor. Antika porselen demlikte Yunnan ve Darjeling karışımı çay.

Çayın yanında Proust’un madeleine’lerine benzeyen bisküviler. Yaylada böyle şeyler bulunmaz, Bebekten getirtirim. O kadar lüksüm olsun.

Yitirilmiş zamanı ararken…

Kaptanzade Ali Rıza beyin bir şarkısına bahçedeki kuş refakat eder…

Zamanın çarkları, camilerdeki eski antika saatler gibi ağır ağır gıcırdaya gıcırdaya döner.

Yaylada kışı düşünüyorum. Kar lapa lapa yağar, ben Cenab Şehabeddin’in Elhan-ı Şitasını okurum…Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş, eşini gaib eden bir kuş gibi kar, geçen eyyam-ı nevbaharı arar…

Son perdenin son sahnesi:

Koro Nigâr Hanımın “Feryad ki feryadıma imdad edecek yok / Efsus ki beni gamdan azad edecek yok” gazelini şehnaz makamından okur, perde iner. Dışarıda kar sessizce yağmaya devam eder. Zavallı kuşlar…

Âsümandan kelebekler gibi nüzul eden karlar hâmuşâne dembedem ağlar…

(İkinci Yazı)

Görgü ve Terbiye Yerlere Serildi

ESKİ İstanbul edebî Türkçesi yerlere serildi. Âdab-ı muaşeret, terbiye, nezaket can çekişiyor.

Otuz yaşındaki genç adam, kendisinden hem yaş, hem de mevki itibarıyla yüksekte olan zata utanmadan “Demin arz ettiğiniz gibi” diyor.

Havalar henüz sıcak, sokaklarda ellerindeki dondurma külahlarını yalayan iyi giyimli gençler, kadınlar, erkekler…

Herkes sokakta, caddede, meydanda, kullandığı otomobilde telefonla konuşuyor.

Bazı gazeteler ve televizyonlar iğrenç müstehcen yayın yapıyor. İdare, yargı, toplum, Müslümanlar tepkisiz.

Bir genç bendenize mail göndermiş, “Sizi filan tarih ve saatte, izniniz olursa devlethanenizde ziyaret etmek istiyorum…” diye yazmış. Böyle yazan genç yüz binde bir çıkar mı? Okullarda niçin görgü dersleri okutulmuyor?

Gençliğin, halkın, toplumun görgüye ihtiyacı yok mu?

Evde sokakta iş yerinde çarşı pazarda her yerde görgü bize çok lazım.

Bir apartman dairesinde geceleyin çok gürültü yapılmış. Komşu dairedekiler yapmayın etmeyin demiş. Kavga çıkmış, şikayetçilerden ikisi öldürülmüş.

Bazıları ailesiyle, cedleriyle öğünüp duruyor. Bunun görgüsüzlük olduğunu bilmiyorlar mı?

Birtakım İslamcıların gemilerinde ne dümen var, ne pusula.

Şu kadın, geçen bayramda güneyde yedi yıldızlı otelde kaldık diye caka satarken hiç utanıp arlanmıyor.

Tanımadığı insanların arasında yediği lüks ve pahalı yemekleri anlatan görgüsüz kişi…

İtalya’dan sonbaharda terzi gelecek, ölçü alacakmış. Bir palto iki bin dolarmış. Bununla öğünen kimse ne kadar beyinsizdir.

Çok pahalı giysilere bürünenlerin sayısı az değil ama gerçekten güzel giyinenlerin sayısı az, pek az.

Adam zengin, büyük bir malikânede oturuyor. Evinde kütüphane yok.

Dinsiz cahil “fiski” içip duruyor.

Sözde dindar cahil geçen umrede Zam Zam Tower otelinde kaldım ve çok Zemzem içtim edebiyatı yapıyor.

İslamcı, muhafazakâr, millî kültür taraftarı ama ömründe bir kere bile Fuzulî ile tanışmamış.

Ramazanda kitap fuarında dokuz yaşında bir kız çocuğuna kitap imzaladım, isminin yanına … hanımefendiye diye yazdım. İnşaallah büyüyünce hanımefendi olur.

Kadınlar kaç kategoriye ayrılır?

Kadın… Karı… Bayan… Hanım… Hanımefendi…

Erkekler: Herif, bay, bey, beyefendi…

Erkek çocuklarımız beyefendi olmalı, kız çocuklarımız hanımefendi…

Toplum efendileşmeli…

Ailede, okulda, çarşıda pazarda çocuklara ve halka efendilik öğretilmeli.

Nereden başlanmalı biliyor musunuz, trafikte yeşil yanınca hemen bir salise bile beklemeden korna çalan görgüsüzlerden 500 lira ceza alınmalı. Gözünün yaşına bakmadan… Singapur’da öyle de bizde niçin olmasın?

18.09.2014

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi