Bu Camiyi Görenler Şaşkına Döndü

Bu Camiyi Görenler Şaşkına Döndü
Mehmet Erdoğan, kurban dağıtımı için bulunduğu Etiyopya'da görenleri şaşkına çeviren bir camiyi okurlarına aktardı.

Kurban dağıtımı için Etyopya'da bulunan Türk vatandaşları orada bulunan ilginç camiyi görüntüledi. Yerel imkanlarda ağaç ve odunlardan yapılan caminin üzerindeki alem de dikkat çekti.

İşte Mehmet Erdoğan'ın Etyopya ile ilgili gezi yazısı:

Oldukça heyecanlıyım. Uçağımız 45 dakika rötarla havalandı. Etyopya’nın başkenti Addis Ababa’ya gidiyoruz. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından vekâlet yoluyla kurban kesim kampanyası için görevlendirildik. 12 kişiyiz. Yanımızda rehber olarak Türkiye’de okuyan Etyopyalı bir öğrenci ile Diyanet İşleri Başkanlığının Etyopya’ya görevlendirdiği ilk din hizmetleri müşaviri var. Müşavir; Sivaslı, yüksek tahsilini Riyad’da yapmış, kendini iyi yetiştirmiş genç bir arkadaş. Vakıftan görevli arkadaşlarımızın bir kısmı tecrübeli, daha önce 6 defa gelip kurban kesenler var. Ben ise ilk defa gelenlerdenim. Oldukça heyecanlıyım. Uçağımız güneye doğru süzülürken hem ilk defa bir kıtaya hem de ilk defa Yemen’den de güneye gitmenin heyecanı içindeyim. Etyopya hakkında hiçbir bilgi edinmedim. Her şeyi yerinde öğrenmek niyetindeyim. Bildiğim bir şey var; ilk Müslümanlar buraya, adaletli Habeşistan Kralı Necaşî’nin (en-Necaşî Ashame b. Ebcer) yurduna hicret etmişler. Bir avuç inanmış idealist Müslüman, 1400 küsur yıl önce yaşadıkları toplumun zulmünden kaçarak, Allah’ın mesajını dünyaya yaymak üzere buraya gelmişler. Onlar için oldukça uzun ve çileli bir yolculuk olmalı. Kızıldeniz’i nasıl geçmişler? Bunu düşünüyorum. İlk hicretten bir iz görebilecek miyim acaba, bunun heyecanı içindeyim. Yanıma Kur’an-ı Kerim aldım, fırsat bulursam okurum diye. Bir de Martin Lings’in Yirminci Yüzyılda Bir Velî adıyla Türkçeye çevrilmiş bir kitabını. Şazelî tarikatının bir koluna mensup Cezayirli bir şeyhin hayatı ve fikirlerini anlatan otobiyografik bir eser. Konusu Afrika’da geçtiği için yanıma aldım. 1982 yılında ilk çıktığı zaman alıp okumuştum. Yıllar geçince unutmuşum. Yeniden okumak, böyle bir yolculukta okumak, hicretin temasına uygun olarak iç hicreti, Peygamber Efendimizin tabiri ile asıl hicreti anlatan böyle bir kitabı okumak çok iyi geldi bana.

İlk gün otelimize yerleştikten sonra çevreyi tanımak için biraz dolaştık. Bazı ihtiyaçlarımızı aldık. TİKA’nın (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) yerine uğradık. Anadolu Ajansının temsilcisi ve Türk Hava Yollarının buradaki havalimanı müdürüyle tanıştık. Tarihe tanıklık etmekten keyif aldım. Osmanlının torunları silkeleniyordu. Üzerlerindeki ölü toprağını atmaya başlamışlardı. Türkiye’nin kabuğunu kırmasına, ayağa kalkmaya başlamasına şahit oluyordum. Yurt dışındayken bu daha iyi anlaşılıyor. TİKA, ülkemizi temsilen buradaydı. Buradaki Müslümanların her türlü yardımına koşuyordu. Onur kırmadan, profesyonelce, inançla, idealle, âdeta iğneyle kuyu kazarak sırf görev için buradaydı. Türkler, müstemlekeci değildi; bin almak için göstermelik bir verenlerden hiç değildi. Vefa için buradaydı. Yemen’de şehit olan dedelerinin ruhu için buradaydı. Kendi büyüklüğüne dönmek için buradaydı. Almak için vermiyordu, kardeşlik halkasını genişletmek için buradaydı.

Etyopya, 90 milyondan fazla nüfusu olan bir Doğu Afrika ülkesi. Nüfusunun yarıdan fazlası Hristiyan. Müslümanların nüfusu %30 ilâ %40 arasında. Gerisi yerel inançlar. Başkent Addis Ababa’nın nüfusu 5 milyon civarında. Aynı zamanda Afrika Birliğinin (African Union / AU) merkezi. Tipik bir Afrika şehri. Düzen, temizlik, geleceğe yönelik yatırım hak getire. Her tarafta otel inşaatı var. Anlaşılan turizm para getiriyor. Büyük bir çoğunluk çok yoksul, küçük bir azınlık çok zengin. Eğitim seviyesi çok düşük. Uyuşturucu, fuhuş ve kapkaç türü hırsızlık toplumu çürütmüş. Böyle bir toplumu ayağa kaldırmak gerçekten çok zordur. Bunun, batılı ülkelerin bir projesi olduğu belli. Uyuştur ve yönet! Gece başkentin sokaklarında güvenle dolaşamazsınız; yolunuzu keserler. Tabiî Müslümanlar da bütün bu olumsuzluklardan nasibini almış. Ancak ilginç olan bir şey var; insanların yüzü gülüyor ve insanlar mutlu. Burada tanıştığımız bir Türk’e soruyoruz, neden böyle? Para yok, kavga yok, diyor Erzurum’dan Kayseri’ye göçmüş, oradan da ekmek kavgası için yolu buraya düşmüş yeni dostumuz. Biraz Kayserilice bir cevap oldu, ama doğru. Büyük çoğunluk gündelik yaşıyor. Acelesi yok, koşturmacası ve telâşı yok. Karnını bir şekilde doyurmayı başardı mı, dünyanın en mutlu insanı odur. Trafikteki sükûnet buradan kaynaklanıyor. Biz, sabırsızlanıyoruz; bir an evvel gidelim diye. Onlar, trafiğin tıkanmasını umursamıyor bile. Bir de randevu saatine uyanı görmedim. Geç kalan birine neredesin, diye soruyoruz. Gülüyor, geldim diyor. Yani geç gelmiş olmayı bir sorun olarak algılamıyor.
Etyopyalı Hristiyanların çok dindar olduğunu söylemeliyim. Batılı Hristiyanlarla kıyaslanamazlar. Anlaşılan buradaki din algısı ve yaşantısı onlarınki kadar bozulmamış. Meselâ Etyopyalı Hristiyanlar içki içmiyor, domuz eti yemiyor. Müslümanın kestiği hayvanı da yemiyorlar. Bizden kurban istediler, ama kesmeden verin, dediler. Biz kesmeden veremezdik. Onların taleplerini başka bir şekilde karşılamaya çalıştık. Kiliselerde sabahleyin saatlerce ayin yapılıyor ve ilâhiler okunuyor. Sesi de hoparlörlerle dışarıya veriyorlar. Pazar günleri kiliseler tıklım tıklım doluyor. Ayin şekilleri arasında oruç ve secde de varmış. Yani Etyopyalı Hristiyanlar dindar bir toplum. Müslümanlar da ibadetlerine düşkün. Ne var ki her iki toplumun temel sorunu eğitim yoksunluğudur. Dinî, sosyal ve kültürel hayata dair eğitimli, dünyaya açık bir toplum değiller; geleneklerine bağlı, kapalı bir toplum olarak gördükleri ve devraldıklarıyla hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Başkentin rakımı 2500 metrenin üzerinde. İklim ılıman. Gündüz sıcaklık 30 derece civarında, geceleri ise serin. Mevsimler arasında bizdeki gibi belirgin bir fark yok, yani sürekli bir ilkbahar. Meselâ bugünlerde kıştan çıkmak üzereymişiz. Yağmur alan yeşil bir bölge, toprak verimli. Ancak tarım bilinçli ve teknik imkânlarla yapılmıyor, toprak genellikle ilkel usullerle işleniyor. Oysa topraklar, yılda iki üç defa ürün vermeye müsait. Dört mevsim ağaçlarda çiçek var. Meyveler, ağaçlar özgür; keyfine göre çiçek açıyor, keyfine göre dallar meyveye duruyor. Özgür olmayan ise insanlar.

Batılı ülkeler, ABD ve Çin, sömürü yarışı ve mücadelesi için burada. Kavga onların kavgası. Etyopyalının hiçbir şey umurunda değil. Türklerin, Osmanlının torunlarının kanına dokunan da bu. Türkler burada bir umuda kıvılcım çakmak istiyor. Adalete, insanlığa, özgürlüğe, meş’ale olmak istiyor. Bu duygu, bu duyguyla atılan her adım heyecanlandırıyor beni. Recep Tayyip Erdoğan’ın “One Minute”ünden, “Dünya, 5’ten büyüktür.” deyişinden bu yüzden heyecanlanıyorum. Cesaretimiz inancımızdan kaynaklanıyor, bundan heyecanlanıyorum. Dünya Müslümanları bizim gözümüze bakıyor, bundan heyecanlanıyorum. Yerel ve uluslararası zalimler bizden tedirgin oluyor, bundan heyecanlanıyorum. Necaşî’nin ülkesinde kalacağım sayılı günlerde bundan heyecanlanıyorum. Gecenin bilmem kaçında, iki uyku arasında bu satırları yazarken bundan heyecanlanıyorum. Bir uyanışın kıvılcımına tanık oluyorum, onu yaşıyorum. Osmanlının torunu olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Müslüman olmanın, alnımı Afrika’da secdeye koymanın şükrünü yaşıyorum. Yirminci Yüzyılda Bir Velî’yi ilk okuduğumda, haritadan Afrika’ya dokunduğumda şimdi hatırlayamadığım hayallerimin bir çeşit büyüsü içindeyim. Aklıma Cahit Zarifoğlu’nun Afganistan sevdası geliyor, onu buradan, bu saatte rahmetle anıyorum. Yemen Türküsü aklıma gelmiyor; bir hüznün değil, bir muştunun heyecanı içindeyim.

Bayramdan önce bir gün arkadaşlarla Addis Ababa’nın turistik yerlerini geziyoruz. Göller bölgesine gittik. Çok güzel bir göl ve çevresindeki tesisleri gezdik. Buralar büyük çoğunluğun gidebileceği yerler değil, yabancıların dinlenip eğlenmesi için tasarlanmış. Başkentin alışveriş yerlerini dolaşıyoruz. Büyük marketler dünyanın her yerinde aynı. Raflarda bazı Türk malları görüyoruz. Şehrin dışına doğru çıkarken tarıma, sebze ve meyveciliğe uygun araziler dikkatimizi çekiyor. Başkentin varoşlarında halk çok kötü şartlarda, barınaklarda, derme çatma barakalarda yaşıyor. Su kısmen var olmasına rağmen temizlik yok. En önemlisi ve öğrenince üzüldüğüm şey, insanların ömrünün ortalama 50 yaş civarında olması. Sağlık ve beslenme şartlarının kötülüğü sebebiyle buradaki insanlar 50 yıl ancak yaşayabiliyormuş. Bir de inşaat gibi ağır iş kollarında kadınların çalıştırıldığını görünce çok üzüldüm.

Yerel yemekleri yemekte çekingen davranıyoruz. Gelmeden uyardılar bizi, temizlik şartları pek uygun olmadığı için ishal olma riski çok yüksekmiş. Et açıkta satılıyor. Yemeklerin tadı da zaten damağımıza uygun değil. Bol bol tropikal meyve yiyoruz. Tropikal meyveler doğal ve müthiş bir lezzet.

Her tarafta otel inşaatı var. Otelcilik iyi para kazandırıyor. Afrika’nın ticaret kapısı ve Afrika Birliğinin merkezi olduğu için yabancılar sık sık gelip gidiyor buraya. Şehrin içinde Çinlilerin yapmakta olduğu bir tren yolu inşaatı dikkat çekiyor. Yine Addis Ababa-Nazret arası 100 km uzunluğundaki gidiş geliş dört şeritli ve paralı olan şehirler arası bir yolu yabancılara övünçle göstermeye çalışıyorlar; çünkü koskoca ülkede böyle ikinci bir yol yokmuş. Bu ülkede halk mülk sahibi olamıyor. Devletten bilmem kaç yıllığına arazi kiralayabiliyormuş. Ülke cumhuriyetle yönetiliyor, ama bu cumhuriyet krallık gibi işliyor. Yönetim, bürokrasi Hristiyanların elinde, Müslümanlar ise ticarî hayatta önde. Vergi kaçırmak çok büyük bir suç. Yerli ya da yabancı olsun fark etmez, vergi kaçıranlara büyük hapis cezaları var. Farklı inanç kesimleri arasında bir çatışma gözlenmiyor. Yoksullukta herkes eşitlendiği için çatışma zemini oluşmuyor. Kiraladığımız aracın şoförü Hristiyan bir genç. Namaz kılmak için cami ararken yardımcı oluyor bize. Biz namaz kılarken o da caminin avlusunda oturup bizi bekliyor.

Başkentte hiç ezan sesi duymadım. Türk girişimciler yıllardır bir cami yeri almak için uğraşıyorlarmış. Osmanlı mimarî tarzında büyük bir cami yaptırmayı plânlıyorlarmış. Ancak yönetim oyalıyor ve izin vermiyormuş. Din Hizmetleri Müşavirimize hedefinin bu olmasını söylüyoruz. Bu başarılırsa Türklerin bölgede büyük bir eseri olmuş olacak. Müslümanlar arasında Vahhabîliğin, ülkenin şartlarından beslenen radikal grupların bir ağırlığından söz ediliyor. Şartlar gerçekten buna uygun. Türkler arasında da bir yeknesaklık yok. Türkiye’deki bir iki cemaat sarkmış buraya. Hele biri Türk okulu açarak Türklerin bütün tasarruflarını iç etmiş. Burada Türkiye’ye, Diyanet’e büyük iş düşüyor. İnşallah Müşavirliğimiz istenen boşluğu dolduracak, vatandaşlarımıza ve bölge Müslümanlarına sağlıklı bir din hizmeti sunacak.

Bir gün Türk Büyükelçiliğini ziyaret ettik. Büyükelçimiz bize Etyopya’ya dair bilgi ve gözlemlerini anlattı. Görevimiz esnasında dikkat etmemiz gereken hususlarla ilgili bizi bilgilendirdi. Biz de kendilerine Kurban kampanyamızı ve Müşavirliğimizin sunacağı hizmetleri, dinî diplomasinin önemine dair düşüncelerimizi anlattık. Plânlandığından daha çok zaman ayırdı bize. Etkilendiğini düşünüyorum. Çünkü samimiyetimiz ortada. Zorluklar ve yokluklar içinde hizmet sunmaya çalışıyoruz. Büyükelçimizin söylediğine göre Türk iş adamı ve müteşebbisleri son yıllarda Etyopya’ya çok daha sık geliyorlar. Her gün bir veya iki iş adamına randevu veriyor. Galiba iş dünyası Etyopya’yı keşfetmiş. Buna hem bizim hem de Etyopya’nın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Sömürmeden, sömürülmeden karşılıklı alışveriş. Türkiye farkını dünyaya gösteriyor. Bunu, ulaşabileceği herkese göstermesi gerekiyor.

TİKA’nın bölgede yaptıklarıyla ilgili koordinatör yardımcısı arkadaştan bilgi aldık. TİKA, âdeta tarihteki kolonizatör Türk dervişlerinin öncü misyonunu icra eden modern bir kurumumuz. Kalıcı ve güzel işler yapıyor. Tarihî eserleri onarıyor ve bu yolla ülkeler arasındaki geleneksel bağları gün ışığına çıkarıyor. Sağlıkta, eğitimde, insanî ihtiyaçlarda kalıcı işler yapıyor. Okul ve hastane yapıyor, su kuyuları açıyor. Tarım alanları kuruyor vs. Yeni Türkiye, Afrika’da önce TİKA ile var. Diyanet de kendine görev alanları açmaya çalışıyor. Bütün Müslüman toplumlara din hizmeti ve alt yapı imkânları sunma çabasında.

Sabahın erken saatinde kurban keseceğimiz bölgeye gitmek için üç araçla yola çıkıyoruz. Bir araçtaki arkadaşımız bizimle bir gece konakladıktan sonra sabahleyin tekrar yola koyulacak. Görev bölgemiz, Etyopya’nın güneydoğusunda Oromiya Bölgesinin Balerobe şehri. Şehrin yakınındaki ormanlık alanda uluslararası büyük bir park var. Yolda maymunlar önümüzü kesiyor. Besili domuzlar ve geyikler görüyoruz. Başkente 430 km uzaklıkta. Yol düzgün. Rakım 2500-3000 m civarında. Yılın son yağmurları yağıyor. Geceleyin üşüdük. Yol boyunca yemyeşil ve ekili arazilerden, yükseklerde ormanlardan geçtik. Tarım ve hayvancılık, özellikle büyükbaş hayvancılık halkın tek geçim kaynağı, fakat ilkel bir biçimde yapılıyor. Bu ovalar modern bir şekilde ekilip biçilse bütün Afrika doyar. Barınaklar sağlıksız, insanlar çıplak, eğitim yok. İnsanlar, doğru dürüst beslenme kültüründen yoksun. Temizlik büyük sorun, içme suyu ciddî sorun. Yol boyunca eşeklerle su taşıyan çocuklar görüyoruz. Mevcut imkânlar organize edilse, insanlar biraz eğitilebilse birçok sorunun üstesinden gelinebileceğini düşünüyorum. Afrika kör bir cehalete, kör bir tembelliğe ve kör bir asabiyete terk edilmiş durumda. Mevcut yönetimler bundan rahatsız olmuyor, sömürgeci ülkeler bundan memnun. İş sana düşüyor ey Türkiye...

Kurbanlık hayvanları temin eden kişi, şehrin girişine yakın ormanın içinde bir piknik yerinde ekibimize karşılama yemeği veriyor. Şehrin Belediye Başkanı ve din âlimleri orada karşılıyor bizi. Müşavirimiz; ekibimizi tanıtan, yapacağımız hizmeti, duygu ve düşüncelerimizi anlatan güzel bir konuşma yapıyor. Uyuşuk, halkını ayağa kaldıramayan Suudî Arabistan’ın selefî din anlayışını taklit eden mütekebbir bu âlimler, müşavirimizin konuşması karşısında önce biraz şaşırıyor, sonra hayranlıklarını ifade ediyor. Etyopyalı Müslümanlar çoğunlukla Şafiî mezhebine mensup. Tabiî Şafiîlik burada Vahhabîliğin tehdidi altında. Türkiye, kendisini İslâm dünyasına anlatmayı başardığı gün dünyanın 5’ten büyük olduğunu bütün âlem görecek. Yoksulların yardıma ihtiyacından önce bizim buna ihtiyacımız var; biz kendimizi anlatamıyoruz.

Karşılıklı konuşmalardan sonra yemeğe geçildi, koyunlar, kuzular kesilip pişirildi ve pilâv tepsileriyle önümüze getirildi. Ekibimiz ayıp olmasın diye ucundan tırtıklarken protokol sandalyesindeki müşavirimiz, Riyad’daki öğrenciliğinden ve Mekke’deki görevinden edindiği tecrübeyle bu tür yemek ve davetlerin acemisi olmadığını gösterdi. Biz aç kaldığımıza, gece onun gibi kıvranmadığımıza şükrettik. Elbette kültür ve medeniyet bir bütündür. Unsurların her biri birlikte gelişir veya birlikte geri kalır.

Benim için Etyopya seyahatimin en önemli kazanımlarından biri müşavirimizin okuduğu tarihî hutbe ve kıldırdığı cuma namazı oldu. Bir ilki yaşadım, bir ilke tanık oldum. Bir Türk din görevlisi, Etyopya’da büyük bir camide Arapça hutbe okuyor ve cuma namazı kıldırıyor. Doğrusunu Allah bilir; Harem-i Şerifte, Mescid-i Nebevîde, Eyüpsultan, Hacıbayram ve Sultanahmet Camilerinde kıldığım anlamı ve önemi büyük cuma namazlarına bir yenisini Etyopya’da eklediğimi düşünüyorum. Duygu seli içinde Mekke’den, Medine’den İstanbul ve Ankara’ya gittim, oradan da Necaşî’nin ülkesine, Habeşistan’a geldim. Kıyam hiç bitmesin, secde ve rükû hiç bitmesin istedim. Namazdan sonra caminin imamının, “Biz Türkiye’yi biliyoruz ve seviyoruz, biz Recep Tayyip Erdoğan’ı biliyoruz ve seviyoruz.” deyişiyle koptum. Bir ülkenin ayağa kalkışına, bir ülkenin eski dostlarıyla yeni köprüler kuruşuna tanıklık ediyorum. Şükür diyorum; şükür ki Rabbimiz bugünleri bize de gösterdi.
Cumadan sonra din eğitimi veren medreseleri ziyaret ediyoruz. Yatakhane ve mutfak diye gösterilen yerleri tarif edemem. İnanılmaz ve anlatılamaz derecede bir sefalet ve yoksulluk kol geziyor. Ancak çocukların gözlerindeki elektriği, ışığı görmelisiniz. Libyalı Ömer Muhtar’ın idam sehpasındayken yere düşen gözlüğünü alan çocuk gibi çocuklar gördüm burada. Meraklı bakışlarındaki sıcaklığın yakamayacağı hiçbir gönül olamaz. O çocuklara dokunan Afrika’nın dirilişinde elini taşın altına koyar. Müşavirimizin onlara yönelik projelerinden heyecanlandığımı belirtmeliyim. “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! / Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” diyen üstat Necip Fazıl’ın ruhu şad osun.
Bu şehirde iki gece konakladıktan sonra sabah erken bayram namazı için şehrin stadına gidildi. Yağmur sonrası ıslak bir zeminde kadınlı erkekli uzun bir bayram namazı kılındı. Dünkü cuma namazı gibi müthiş bir bayram namazıydı bu. Yahya Kemal, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiriyle Türk aydınının geçmişiyle kopardığı köprüyü inşa etmeye çalışmıştı. Büyük bir duyguyu usta bir şekilde dile getirmişti. Türk aydınına kendine gelmenin yolunu gösteriyordu. Ama sonuçta onun duygusu yereldi. Elbette büyük ve mühimdi, ama yereldi: “Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine, / Çok şükür Tanrıya gördüm, bu saatlerde yine / Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı. / Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.” Biz ise bu bayram namazıyla evrensel kardeşliği, ümmet olma bilincini yaşıyorduk. Hazreti İbrahim’in duasına, Hazreti İsmail’in teslimiyetine karşılık veriyorduk. Arafat’taki mesajı yükleniyorduk. Üstümüzdeki gök, altımızdaki yer, soluduğumuz hava “tekbir” oluyordu. Bir oluyordu, bir’e dönüyorduk, birlik oluyorduk. Bir ara Yahya Kemal’i önümdeki safta hissettim. Acaba alnını bir zencinin, siyah ırktan üryan birinin ayağının altında secdeye koyabilir miydi? Biz bunu yaşadık. Arif Nihat Asya’nın, “Ulu mabed, niye hicrana büründün böyle, / Fatih’in devrini bir nebzecik olsun söyle!” mısralarındaki özlemi, Mehmet Âkif’in “Necid Çöllerinde”ki ruha çeviriyorduk. Afrika’sız İslâm toplumu “ümmet” olamaz. İşte bunun için Afrika’nın dirilişine omuz vermeliyiz.
Bayram namazından sonra kurban keseceğimiz yere gittik. Burası medrese olarak kullanılan bir yerin meydanı. Etrafı duvarlarla çevrili bir alan. Zemin yeşil ve ağaçlı bir yer. 1000 civarında kurbanı burada kestik. İnanılmaz bir olay! Kurbanların kesimi, dağıtımı; kadınların, yaşlıların ve çocukların bekleyişi. Polis marifetiyle izdihamın önlenişi. Anlatılır ve unutulur gibi değil.
Bir de 5-6 yaşlarında küçük bir kız çocuğunun bakışını unutmayacağım. Çocuklara şeker ve balon dağıtmak için arabadan inerken elimdeki su dolu pet şişe yere düştü. Bir kız çocuğu onu yerden aldı ve gözümün ta içine bakarak iki eliyle bana uzattı. Normalde alıp kaçması gerekirdi. Pet şişeyi aldım ve koltuğunun altına sıkıştırdım. Avuçlarını aldığı kadar şeker ve balonla doldurdum. Gözlerine baktım, minnet ve mutluluk dolu bakışları karşısında kendimden geçtim. Tanrım, bu ne asalet, bu ne güzellik! Bilirim sevginin ulusu ve dili yoktur! Herkes bu dili konuşup anlaşabilir. Yaşadığım sahne tam buydu. Sonra o sokaktan tekrar geçtik. Gözlerim o çocuğu aradı. Elbette bulamadım, ama o bakışları hiçbir zaman unutmayacağım.

Etyopya’da rejim halkına kör ve kof bir gururu empoze ediyor. Tarihte hiç sömürge olmamışlar ve fakir bir ülke değillermiş! Karşılaştıkları yabancılara bunu söylüyorlar. Tabiî halkın bu bilgiyi test etme ve kıyaslama imkânı yok. Başkentin tam orta yerinde bilmem kaç yüz bin dönümlük bir arazi üzerinde kurulu muhteşem ABD Büyükelçiliğinin ne anlama geldiğini soran, bilen ve akıl eden yok. Evet, kâğıt üzerinde sömürge olmamışlar, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları zengin; bunlar doğru. Ancak nüfusun %90’ı dünya standartlarının altında bir yoksulluğu yaşıyor, buna ne demeli? Etyopya’da görev yapan arkadaşlar anlattı; uluslararası toplantılara veya maçlara giden insanların önemli bir kısmı (ki bunlar, belli bir seviyenin üstündeki kişilerdir) ülkelerine geri dönmüyormuş. Dünyayı gören kaçmaya çalışıyormuş. Biz de diyalog kurabildiğimiz genç kızlara sizi Türkiye’ye götürelim, yakınlarımızla evlendiririz, gelir misiniz, dediğimizde mutluluktan gözleri fal taşı gibi açılıyor ve hemen geliriz diyorlar. İşte Etyopya’nın gerçek fotoğrafı bu.

Buradaki işimiz bitince başka bir yere gittik. Orada da 700 kurban kestik. Dağıtım sırasında saatlerce yağmur yağdı. Yağmurun altında sırılsıklam olmuş bekleyenler, sırtlarında küçük çocuklarla kadınlar, görevli arkadaşlarımızın manzaradan etkilenişi unutulamaz sahnelerdir. Türk toplumu tarihinin hiçbir döneminde, uzun savaş yıllarında bile böyle bir sefalet yaşamamıştır. Afrika ülkelerinin toplumları, böyle bir sefalete ve mağduriyete yönetimleri ve sömürgeci ülkeler tarafından mahkûm ediliyor. Kuşkusuz bu ülkelerin yöneticileri dünyayı gezip görmüş insanlardır. Hâl böyleyken kendi ülkelerinin kalkınması için neden adım atmazlar? Diyalog kurabildiğimiz insanlara, sosyal yaşantılarının dünü ile bugününe dair bilgiler soruyoruz. Anlatılanlar, 50 yıldır bu ülkede sosyal hayata dair hiçbir gelişme yaşanmadığını gösteriyor. Evet, modern araçlar var, otel binaları yükseliyor, cep telefonları son model, kısmen de olsa büyük marketlerde aradığınız şeyleri bulabiliyorsunuz. Ama bunlar toplumun yüzde doksanının gerçeği değil. Türk dostlarımız anlatıyor; aile olma ve ev kültürü yok. Evlerde eşya yok. Yer yatağı, bir iki kap kacak, su bidonları vs. Bu yüzden herkes sokakta. Yataktan kalkan kendini dışarıya atıyor. Bir şekilde karnını doyuruyor, bir şekilde suyunu içiyor, ama kurulu ve düzenli bir hayat yaşamıyorlar. Etyopya’da tarih yok. Tarihî eserler yok denecek kadar az. İnsanlar günü yaşıyor. Geçmişi hatırlatan; 50 yıl, 100 yıl öncesine dair bir eşyaya, bir nesneye rastlamadık. Gündelik olan, geçmişe ait olan her şeyi yok ederek geliyor. Tarihsiz bir toplum nasıl “millet” olur? Müslümanlar arasında selefîliğin çabuk karşılık bulmasının sebebi bu olsa gerek.

Bayramın ilk günü öğleden sonra yağmurlu ve soğuk bir gün geçirdik. Otele gelip elbiselerimizi değiştirdik, küçük bir elektrik sobasıyla ısınmaya çalıştık. Yemek yedik, çay içtik ve sohbet ettik. Etyopya’yı, görüp yaşadıklarımızı, kendi ülkemizi konuştuk. Müşavirimiz, o güzel sesiyle bizi mest etti. Ertesi gün grubumuzun yarısı başkente döndü, diğer yarısı ise kalan kurbanları kesti. DİB-TDV, bu yıl 69 ülkede 135 bin civarında vekâlet yoluyla kurban kesti. Bunun %90’dan fazlası yurt dışında kesildi. Etyopya, en çok kurban kesilen ülkelerin başında geliyor. Burada, ülkenin 8 ayrı bölgesinde 20 binden fazla kurban kestik. Biz Balerobe’de 3750 kurbanı kesip dağıttık. 12 kişilik ekibimiz ve tercümanları bu işte profesyonelleşti. Çünkü DİB-TDV, 7 yıldır kurban kesiyor bu ülkede. Nihayet bölgelerden ekiplerimiz bir iki gün içinde dönecek ve Türkiye’ye dönüş hazırlığı yapacağız.

Benim için Etyopya seyahatimin diğer en önemli kazanımı Necaşî’nin yurdunu ve kabrini ziyaret etmek oldu. Etyopya’ya gelmek isteyişimin asıl sebebi buydu. Mekke ve Medine’den sonra, İstanbul ve Diyarbakır’dan sonra sahabe kabri ziyaret edecektim. Necaşî de Veysel Karanî gibi Peygamber Efendimizi görmeden sahabe olmuş büyük bir zattı. Peygamber Efendimizle mektuplaşmış, ilk muhacirlere kucak aşmış, Afrika’da İslâm’ın ilk ışığı olmuş ulu bir kişiydi. Peygamber Efendimiz, onun gıyabî cenaze namazını kıldırmıştı. Necaşî’nin kabri, başkentin 800 km kuzeyinde bulunan Tigray eyaletinin Mekelle (Mekali) şehri yakınındaki Necaş köyündeydi. Ayrıca burada 15 sahabenin de kabri vardı. Uçakla günübirlik gidip geldim. Rehberim, Necaşî’nin türbesi ve yanındaki caminin restorasyonunu yaptıran TİKA’nın yüklenici firmasında çalışan bir Türk mühendisti. Beni Mekelle’de karşıladı. TİKA, hem buranın hem de ülkenin doğusunda, başkente 500 km uzaklıktaki Harar şehrinde bulunan Osmanlı Konsolosluk Binasının restorasyonunu yaptırıyor, her iki yeri en kısa zamanda tamamlamaya çalışıyor. Açılışı cumhurbaşkanımız ve/veya başbakanımız yapacakmış.
Sabahleyin ilk uçakla Mekelle’ye gittim. Mühendis arkadaş hava alanında karşıladı beni. Tropikal meyve sularıyla kahvaltı yaptık ve tanıştık. Necaş köyü Mekelle’ye arabayla bir saat uzaklıkta. Bu şehri başkente göre daha derli toplu gördüm. Havası çok daha güzel. Necaş köyüne doğru giderken taş binaların dikkat çektiği bir ilçeden geçtik. Mekelle ve çevresi, ülkenin diğer bölgelerine göre daha taşlık bir coğrafya. Dağlar yer yer çıplak. Ancak yol boyu ekilmiş araziler de var. Taş evlerin dikkat çektiği ilçe ve yol boyunca yerleşik hayatı biraz daha düzenli gördüm. Evler yaşanılabilir özellikte. Sanki Anadolu kasabalarındaki köy ve mahalle havası var. Ülkenin diğer bölgelerinde olduğu gibi göçebe kültürü göze batmıyor.

Necaş köyü tipik bir dağ köyü. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yaptırdığı su kuyusunu gösteriyorlar bana. İnsanlar candan. Yoksulluk bütün ülkede olduğu gibi burada da en büyük sorun. İnsanlar yokluk ve bundan kaynaklanan sefalet ve perişanlık içinde.

Önce TİKA’nın ofisine gidiyoruz. Mühendisimiz, projeyi ve gelinen aşamayı anlatıyor bana. Ardından abdest alıp Necaşî’nin ve sahabelerin kabrine geçiyoruz. Çevresine hâkim bir tepe üzerinde Necaşî ve 15 sahabenin olduğu söylenen kabirler. Bakımsız ve perişan bir hâlde. Kudretli bir kralın ve Peygamber Efendimizin 15 sahabesinin kabirlerinin bu hâline çok üzülüyorum. Bir de Necaşî Camiinin durumuna. İnsanın alnını secdeye koyabileceği temiz bir yer bulması çok zor. Bazı insanlar camide yatıp kalkıyormuş. Etyopya’da neredeyse ayakta kalabilen en kadim tarihî miras mezbelelik içinde. Ülkede iç seyahat, bir yerden bir yere gidip gelme imkânı ve kültürü olmadığından türbenin ve caminin bakımı bir avuç Necaş köylü Müslümanların elinde, başka ilgilenen yok.

Türbede Kur’an-ı Kerim okuyorum. İlk muhacir sahabelerden Ca’fer b. Ebu Talib’in Necaşî’nin huzurunda okuduğu Meryem Suresinden ayetleri düşünüyorum. İslâm’ın ilk mücadele yıllarının bugün perişan hâldeki izleri acıtıyor yüreğimi. Türbenin etrafında dalgın dalgın dolaşıyorum. Tarihi ve bugünü iç içe yaşamaya çalışıyorum. İstanbul, Eyüpsultan geliyor gözlerimin önüne. Milletimizin İslâm’a sadakati ve dinî şahsiyetlerin miras ve hatıralarına hürmetinin daim olması için Allah’a dua ediyorum. TİKA’yı, böyle anlamlı bir projeden dolayı bütün ekibiyle tebrik ediyorum. Onlarla aynı duygular içinde olmaktan mutluluk duyuyorum. Milletimizin yüzünü ağartan büyük işler yapıyorlar.
Öğle namazını Necaşî Camiinde restorasyon projesinde çalışan yerli işçilerle birlikte kılıyorum. Ardından yemek yiyor ve etrafı gezmeye çıkıyoruz. Birkaç kilometre uzakta piramit gibi sarp bir kayalığın üstünde bir kilise görüyorum. Köye ve etrafa hâkim bir tepenin üstünde duruyor. Görmek için gidiyoruz. Yolu taşlık. Arabamız zorlanıyor. Tepenin dibine kadar arabayla zar zor gidiyoruz.

Bundan sonrası yaya, tabana kuvvet diyoruz. Vadiden kiliseye yüksekliğin 100 metreden fazla olduğunu tahmin ediyorum. Dolambaçlı, dik ve patika yoldan bir başka mabede tırmanarak yürümeye çalışıyoruz. Çok zor çıkıyoruz. Üç beş adımda bir dinlenmeye çalışıyoruz. Bir çocuk, çat pat İngilizcesiyle bize yardımcı oluyor. Patika yoldan çıkarken yol kenarlarında çeşitli Hristiyan büyüklerinin mezarları dikkatimizi çekiyor. Sonunda tepeye, kiliseye varıyoruz. İçeride ayin var. Saygıyla izliyoruz. Ayin bitiyor, bizimle ilgileniyorlar. Eski baskı İncil ve Mezmurları gösteriyorlar. Sıcakkanlı insanlar. Tepenin zirvesinden etrafa bakıyorum. Necaşî’nin türbesi ve camii görülüyor. Gelirken geçtiğimiz taş evli ilçeye kadar bütün çevre ayaklarımızın altında. Kilise betonarme, yani eski değil. Belki eskiden Hristiyan azizler için bir inziva mekânıydı. Etyopya yönetiminin, inanç ayrımı yapmadan bütün halkını ihmal ettiğini, yokluğa ve yoksulluğa terk ettiğini düşünüyorum. Bu kilisenin yolu yapılmaz mı? Anlamak gerçekten zor. Kadim inançların ilkel ortamlarda da olsa bağlılarına verdiği mutluluğa tanık oluyoruz. İnsanlar mutlu, kalplerinde inanç var. Bize sevgiyle yaklaşıyorlar. Tepeden inip ayrılacağımız sırada kendi yaptıkları ekmeklerden ikram ediyorlar bize. Ayin sonrası bir çeşit piknik yapılıyor tepenin eteklerinde.

Necaşî’yi ve sahabeleri tekrar selâmlayıp köyden ayrılırken gönlümün bir parçası hüzünlü bir şekilde burada kalıyor. Şayet bir daha gelmek ve görmek nasip olursa hazırlıklı geleceğim. Necaş köyünün Müslüman ve Hristiyanlarıyla daha yakından temas etmek istiyorum. Sofralarına ve pikniklerine katılmak, çocuklarını sevindirmek istiyorum.

Mühendis dostumuzla önce ilçeye, ardından da Mekelle’ye geliyoruz. İlçede kahve içiyor, kahvehanedekilerle sohbet ediyor ve biraz geziyoruz. Mekelle’de de birer tropikal meyve suyu içtikten sonra havaalanına gidiyoruz. Addis Ababa’ya dönerken hüzün ve mutlulukla karışık duygular içindeyim. Otelimize varıp güzel bir akşam yemeği, çay ve biraz sohbetten sonra deliksiz bir uyku çekiyorum.

Yirminci Yüzyılda Bir Velî’den öğreniyorum; Şazelî tarikatının şeyhi Ahmed ibn Mustafa el-Alevî’nin Kuzey Afrika’da, Akdeniz ülkelerinde, Orta Doğu’da, Yemen’de ve Habeşistan’da 100 binden fazla müridi varmış. Sultan II. Abdülhamit de Şazelî tarikatına mensuptu. Tarikatın Addis Ababa’da bir zaviyesi olduğu anlaşılıyor. Müşavirimize Addis Ababa’daki zaviyenin izini sürmesini, kalıntılarını ve hatıralarını bulmasını söylüyorum. Selefî rüzgârlarının estiği bu ülkede tarihî bir iz bulmanın kolay olmadığını da biliyorum. Olsun, sabırla umudumuzu korumalıyız. Kim bilir belki o da bizi arıyor ve bekliyordur.

Ertesi gün Etyopya’daki son günümüz. Çevreyi son bir kez daha geziyor, başkenti tepeden gören bir dağa çıkıyoruz. Bazı arkadaşlarımız alışveriş yapıyor, ardından yol hazırlıklarımızı tamamlamak üzere otele geri dönüyoruz. 11 günlük (28 Eylül-10 Ekim 2014) Etyopya seyahatimizi ve buradaki görevlerimizi kazasız belâsız tamamlamanın mutluluğu içindeyiz.

Son olarak Türkiye Diyanet Vakfının Etyopya’daki 2014 yılı kurban ekibini; başta ekip sorumlusu Yüksel Sezgin olmak üzere İsmail Erbaş, Yalçın Aktan, Orhan Yavuz, Harun Ünal, Ali Atılkan, Esen Ali Duman, Mustafa Türker, Mustafa Eşer, Serkan Eğrikılıç ve Hasan Yılmaz’ı özverili ve başarılı çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum. Böyle bir ekibin içinde bulunmaktan aldığım keyfi anlatamam. Ayrıca DİB Addis Ababa Din Hizmetleri Müşaviri Mustafa Acar hocamıza, ekip olarak katkılarından dolayı minnettarız. Zorlukları ve güzellikleri bizimle birlikte yaşadılar. TİKA Addis Ababa Koordinatör Yardımcısı İsmail Coşkun ile Türk Hava Yolları Addis Ababa Havalimanı Müdürü Alp Genç Kaan’a ekibimize unutulmaz yardımlarından dolayı teşekkür ediyorum. TİKA’da asistan olarak çalışan Ahmet Lâle, Türkiye’de öğrenci olan ve tercümanlığımızı yapan Etyopyalı Yahya Abdurrahman, Etyopya’da yaşayan Türk dostumuz Bedrettin Kurt ile TİKA’nın Necaşî Türbesi ve Camii şantiye şefi mühendis İsmet Deniz’i de unutmak mümkün değil.

Türkiye’yi omuzlarımıza yükleyerek Afrika’ya gelmiştik. Şimdi Afrika’yı omuzlarımıza yükleyerek Türkiye’ye dönüyoruz. Uçağımız kuzeye, Türkiye’ye doğru uçarken bunları düşünüyorum.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.