Allah'la arasına 'laik mesafe' koyan yazar

Allah'la arasına 'laik mesafe' koyan yazar
O tarihi romanlar yazan bir Sabetayist. Hani Anadolu'da "adı büyük Kozanoğlu" diye bir deyim vardır ya… Abdullah Ziya Kozanoğlu gibi iddialı bir isim taşıyan tarihi-milli roman yazarımız da böyle birisi.

Abdullah yani "Allah'ın kulu" anlamına gelen ismini "Aptulah" diye iki harfini değiştirip bir harfini atarak kısacası asıl anlamından kurtararak kullanmış. Bazen de Aptullah şeklinde yazmış. Yani Yaradanıyla arasına "laik bir mesafe" koyma gereğini duymuş. Ünlü artist Yasemin Kozanoğlu'nun dedesi olan "milliyetçi yazarımız" A. Ziya Kozanoğlu'nun "Sabetayist" olduğu yolunda çok sayıda yazı ve araştırma da mevcut. Murat Belge bu ilginç şahsiyeti Taraf'ın ekinde kaleme aldı.
 
 
***

Aptullah Ziya Kozanoğlu: 'Atlıhan', 'Kızıl Tuğ' vb.
 
"Bugün elimde önemli bir "millî roman" yazarımızın bir kitabı var: öncelikle adını da "millî"leştirmiş olan Aptulah Ziya Kozanoğlu'nun. Adını Saffet Bahri'den Arın Engin'e değiştiren bir yazara kıyasla Kozanoğlu'nun millîleşme çabası yarım-ağız kalabilir. Tam yapsa, "Yaradanakul Işık Kozanoğlu" olması gerekirdi. Ama benim elimdeki kitapta "Aptulah" herhalde bir dizgi yanlışı değil (1953, Türkiye Yayınevi). O halde, "l"lerden birini atarak Yaradan'la arasına "laik" bir mesafe koymuş olmalı.

Her neyse, bu romanın adı Atlıhan; sıfatı ise "millî roman" değil, "Büyük Türk Romanı". Genel "Türk Roman Sanatı" içinde bu da, birçok örneği olan bir "dal" meydana getirir. Böyle daha epey bir dal göreceğiz zaten.

Kozanoğlu bu tip edebiyatın "duayen"lerinden biri, belki başlıcası. Aramızda kaç kişi vardır, çocukluğu ondan birkaç roman okumadan tamamlayan? "Çocuk edebiyatı"nın bir ucunda Kemalettin Tuğcu varsa, öbür ucunda da, başta Kozanoğlu, "tarihî kahramanlık romanları" yazarlarından oluşan seçkin bir heyet durur.

"Tarih", bizde, başka yerlerde "tarih"in anlaşıldığı şekilde anlaşılmaz. "Geçmişte olanlar"dan çok, "Türk'ün yüceliği" şeklinde anlaşılır. Bir ucunda "Büyük Türk zaferleri", öbür kefesinde de "Türk'e oynanan oyunlar"ın durduğu bir teraziyi andırır. "Türk"ün ufku kapattığı bu sahneye, "Dünya Tarihi", ancak mütevazı bir "figüran" olarak çıkabilir.

Başka ülkelerde "tarih", burada olduğundan daha fazla, "geçmişte olanlar"ın bilgisine dayandığı için, oraların insanlarına çok çekici gelmeyebilir. Burada ise "tarih" geçmişte olandan çok "olmasını istediğimiz geçmiş" kılığına girdiği için, Türk eğitim sisteminden geçerek "tarih" okumuş ve dolayısıyla hayatında bir daha "tarih" lafı duymak istemeyenler dışında bir kesimin vazgeçilmez merakı haline gelmiştir. Bu nedenle olsa gerek, bu ülkede yıllarca pek çok "popüler tarih dergisi" yayımlanmıştır ve kendine okur bulmuştur.

Bu dergiler, Kozanoğlu tarzı bu romanlar, tarihe bu tarz bir bakış, genel "ulus-kurma" ("nation-building") seferberliğinin önemli bir parçası olmuştur. "Ulus-kurma", içinde paradokslar taşıyan bir eylem, bütün dünyada. İngiltere, Amerika, Fransa'nın 1645-1789 arası boyunca işlemiş dinamiklerinden sonra, bütün dünya "ulus-olma" zorunluğuyla karşı karşıya kalmıştı. Onun için de, "olma" durumunda değilse (ki ilk üç örnek bunun örneğidir), "kurma" çabasına girmesi gerekiyordu. Spor ideolojisinin eşitlikçi "ethos"u, bir yarışa girenleri aynı çizgiden yarışa sokar. Tarih böyle eşitlikçi değildir. Onun için, her toplum, "ulus-kurma" yarışına, eşit bir "start" çizgisinden değil, o güne kadar gelebilmiş olduğu yerden başlamalıdır.

Bazı toplumlar, daha doğrusu bu "misyonu" toplumları adına sırtlanmaya gönüllü seçkinler, bizimkiler de dahil, bu yarışa başkalarının gerisinde, onlardan fazla dezavantajla başladıklarını düşünürler. Tabii, "dezavantaj" ne kadar fazlaysa, kapatılması gereken ara da o kadar fazladır. Öyleyse herkesten hızlı koşmak gerekir. Herkesten hızlı koşacak enerjiyi toparlamak için birtakım "ekstra" teşvik primleri yaratmaktan başka çare yoktur... Zincir böyle uzar gider.

İşte, edebiyat, burada işe yarayacaktır. Bunun için, çeşitli dalları ve kolları arasında bir işbölümü oluşabilir. En koyu hamaset şiire terk edilir, çünkü kafiyesini bulduktan sonra, söylenmeyecek söz yoktur. Yakup Kadri gibi "entelektüel" yazarlar bazı "yüksek" sorunları romanlarında konu edinebilirler. "Popüler edebiyat"a da, şiirin açtığı kanalları derinleştirme görevi düşer. Kozanoğlu kariyerine

Kızıl Tuğ gibi bir romanla başlar. Yıl 1926'dır. Türkiye Cumhuriyeti yüzünü Orta Asya'ya çevirme kararına hazırlanmaktadır. Kitabın 1941'deki dördüncü baskısına önsöz yazan Tahsin Demiray, Kozanoğlu'nun Resimli Ay dergisi için ata binmiş iki "Orta Asya Türkü" çizdiğini anlatır. Demiray resmi beğenmiş, ama "yazısını yazacak" adam bulamamış. Kozanoğlu'na, "Resmi yaptığın gibi yazısını da yaz" demiş: "19 yaşındaki Mühendis Mektebi talebesinin çırpıştırdığı bu yazı 'Semerkant'tan Ölüme' başlığı altında Resimli Mecmua'da çıktığı gün 'Kızıl Tuğ' başlamış bulunuyordu."

Kızıl Tuğ'u da şöyle değerlendirir Tahsin Demiray: "Kızıl Tuğ ne yalnız Aptullah Ziya'nın, ne de yalnız bizim neslin anıtıdır. Kızıl Tuğ bütün bir gençliğin içinden duyduğu devrimin ilk öncüsüdür. Konusunu büyük Türk tarihinden alan ve öz Türk kelimelerinden birkaçına her sayfada cümleleri içinde yer veren Kızıl Tuğ, doğan neslin ruhundaki gizli arzu ve heyecanları üste çıkaran bir darbedir."

Atlıhan'dan başladım, konuyu Kızıl Tuğ'a getirdim. Çünkü bunun da bir sıfatı var: "Türk Romanı". Bunların "Millî" veya "Türk" veya "Büyük Türk" romanı olması herhalde baskıdan baskıya değişiyordur.

Onun için ben bir de "Türk Romanı" başlığı açmayayım, ikisini bir yazıda halledeyim, dedim. O zaman da önce yazılana döndüm. Şimdi bu erken yıllarda Kozanoğlu, Boğaç Han, Boz Aygırlı Kanlıoğlu Kanturalı gibi, adından Orta Asya'ya ilişkin olduğunu anladığımız çeşitli romanlar yazmış. Ama bunların arasında Seyyid Battal gibi daha İslâmî ya da Savcı Bey, Malkaçoğlu gibi Osmanlı döneminden kahramanların yer aldığı romanları da var. Atlıhan 1942'den, bayağı geç sayılır.

Kozanoğlu bu işin kolayını almış bir yazardır. "Popüler" denen ürünün haritasını çıkarmıştır. "Kahraman" tipi, ona yanacak "sevgili" tipi (genellikle Türk ya da Müslüman olmayacak, böylece kahramanın ikinci fütuhatını temsil edecek bir genç kadın), tabii çeşitli "düşman" ve "kötü adam", "kötü kadın" tipleri. Kitabı popülerleştirdiği için çok önemli ve "yararlı" olan "komik tip". Bu çatıyı ister Mançurya'da ister Macaristan'da çatar, fark etmez. Kurduğu hikâyenin mantıklı olması gerekmez, olmaması daha iyidir. Anlattığı dönemi, ortamı, olayları bilmesi de aynı-çok bilmek, okuru sıkabilir. Her şey yaşadığımız günde Beşiktaş pazarında geçen bir olay mantığına uygun olmalıdır ki, okur da hemen ilişkilensin anlatılanlarla, kendini işin içinde hissetsin.

Kahraman dediğin…

Atlıhan'da kahramanımızın adı Olcayto Salancı. Şöyle betimleniyor: "... uzun kıvırcık saçlı, bıyık ve sakalı seyrek, gözleri badem gibi çekik, omuzları bir kalkan gibi geniş, alnının ortasında birleşen kaşları bir keman yayı gibi gergin ve çatık. Alay eder gibi güleç bakışlı bir bahadır"(s.6).

Kızıl Tuğ'da Otsukarcı adında bir kahramanımız var: "gözleri insanın yüreğini titretecek kadar sert bakışlı idi. Geniş omuzları, yolda yürürken yeri sarsan bacakları, çok kuvvetli ve çevik olduğunu gösteriyordu"(s.10).

Üç aşağı, beş yukarı, aynı adamlar. Keskin bakış, geniş omuz vb... Müthiş savaşçı, sonsuz korkusuz, akıllı ama kurnazlığa aklı pek çalışmaz, alabildiğine gururlu, verebildiğine cömert, pırıl pırıl dürüst. Yalnız bu iki kitapta değil, bütün külliyatta kahramanlar böyledir. Ama zaten Kozanoğlu'nu geçip türün bütününe bakalım, gene aynı şeyleri görürüz.

Olcayto Salancı romanın başlarında vurulacağı kızı bulur: "Bu kız yarı beline kadar hemen hemen çıplak denebilecek bir şekilde giyinmişti ("çıplak giyinmek"!). Uzun boylu, beli arı kadar ince, gözleri ve saçları koyu siyahtı... En çok Olcayto'nun önüne geliyor gözlerini süzerek, belini kırarak oynuyordu"(s.23). " Popüler" olmak için kadın kısmının giyim kuşamda hafiflemesi garantili bir yoldur. Ama bu aynı zamanda "namus"un da hafiflemesi demek olabilir. Öylesi de bize yakışmaz. Onun için bu kız bir Mısırlı'dır. İyi de, böyle yarı çıplak elin adamının önünde oynayan avrat, bizim yiğide yar olur mu?

Eh, belirli koşullarda olabilir. Doğuştan "bizden" olmadığı için, bazı kusurlar işlemiş olabilir-ama "el değmemiş" olacak. Tabii o kusurları mazur gösterecek gerekçeleri olmalı. Bu kızın var: annesinin öcünü almak için böyle kılıklara girmek zorunda. Ancak, bizim kahramanı görmek, hayatında bir "milât" olmalı ve bundan sonra bütün hayatı değişmeli. Değişiyor! Kahramana karşı bilmeden bir kusur işlemesi iyi bir "trük" olabilir, çünkü bu şekilde derin bir pişmanlığa düşebilir ve böylece "müstakbel erkeği"nin önünde sayısız secdelere varabilir. Varıyor!

Mektup yazıyor ona. Türk ve Mısırlı, bu dünyada, İngilizce'ye başvurmadan "pen-friend" olabiliyor. Mektubunda "Beni affet! Beni affet!"leri sıralar.

Sonra karşılaştıklarında, adı "Alangoya" olan bu Mısırlı kıza(!) Olcayto, "Ağlıyorsun Alangoya? Bir kederin mi var" diye sorar. "Seven kadın", titreyen sesiyle cevap verir: "Hayır başbuğ, sevincimden ağlıyorum. Sana lâyık olmayan beni, böyle karşıladığına ağlıyorum"(s.144).

Kızıl Tuğ'da, kahramanımız Otsukarcı'nın kısmetine Hasan Sabbah'ın kızı Sabiha düşmüştür (Bu aile de "subh" çekimlerinden gidiyor sanki): "Demin ölüm karşısında eğilmeyen Sabiha, şimdi bu adamın [yani Otsukarcı'nın] karşısında alçaldığını anlamıştı." (s.45). Niçin "alçaldığı"nı o anlamış ama okur olarak ben anlamadım. Çünkü öyle olmasını gerektiren bir olay geçmedi. Ama tabii bir (Türk) kahraman karşısında bir kadının "alçalması" diye genel bir kural olduğunu biliyorum. Herhalde Sabiha da o kurala uyuyor.

"Ulus oluşturma" etkinliğinde halkı eğitmek üzere bir işlev üstlenen bu gibi yazarlar, gördüğünüz gibi eğitici görevlerini yerine getiriyorlar. Bunları okuyarak büyüyen bir Türk gencinin kendisi hiçbir şey yapmadan çevresindeki bütün kadınlardan her türlü hizmet beklemesi de o eğitimin sonuçlarından biri.

Atlıhan'daki "kötü kadın"a da bir bakalım. Bizans'ın yeraltı labirentlerinde kendi mafya örgütlenmesini kurmuş bir "Kara Prenses" var (ne kadar "orijinal", değil mi?). Bizim üç kahramandan ikisini bu kötü kadın yakalıyor ve işkenceyle öldürmeye hazırlanıyor –ya da kendi hizmetine girerlerse hayatlarının kurtulacağını söylüyor. "Türk"e böyle laf söylenir mi? Al sana cevap: "Cellâdına söyle, ödevine başlasın!.. Bir Türk, Tanrısından başka kimseye boyun eğmez [bunlar beşinci yüzyılda yaşayan pagan Hunlar]! Onun kılıcı, sancağı, namusu önünde herkes eğilir!.. Bir kadına itaat ha! Evet, söyle cellâdına başlasın!" (s.137)

Neyse ki Kazanoğlu bu "Kara Prenses"ten bundan öte cinsel fantezi çıkarmaya kalkışmamış. Çok yazdığı için, bu zamana kadar kendisi de sıkılmış olabilir. "Geniş bir oyuk açıldı, oyukta burnuna kadar kara bezlerle örtülü, vücudundan çok güzel olduğu anlaşılan bir kadın belirdi" (s.135). İşte Kara Prenses! Tabii tam zamanında Olcayto yetişip durumu düzeltince "Prenses... başını önüne eğdi. Elleri sinirli sinirli süslü elbiselerini parça parça ediyordu" (s.141). Burada insan "eyvah!" diyor, çünkü bu simgesel soyunma birazdan Kara Prenses'in kendisini bu Türk kahramana vermesi sahnesine doğru evrilme potansiyelini taşıyor. Ama dediğim gibi, muhtemelen sıkıldığı için Kozanoğlu kısa keser, başka konuya (Alangoya'ya) atlar.

Pamuk Prenses'in üvey annesi aynasına "dünyada en güzel kim" diye sorar, ayna da ona "sen" derdi. Kozanoğlu benzer şeyleri "Türk"e ya da "Türk kahraman"a söyletmenin çeşitli yollarını bulur. Alangoya Olcayto'ya, "Sen herkesin, bütün acunun önünde korku ve saygı ile eğildiği bir kahraman yabgunun başbuğu, yüksek bir ulusun komutanısın" der. Bu övgünün yarısı Olcayto'ya ise yarısı onun "ulus"unadır. Bu "ulus"un önünde herkesin "korku" ile eğilmesi de çok önemlidir.

Evet, "başkalarından gerideyiz, o halde herkesten hızlı koşmalıyız. İnsanlara bunu yaptırmak için, böyle bir edebiyat..."

Milliyetçilerin topluma verdiği zarar

Böyle bir edebiyat, gelişkin bir toplum yaratmaz. Tam tersine, "gelişkin" olma umudunu her yanından kapatır. "Milliyetçilik" benim sevdiğim, yakınlık duyduğum bir ideoloji değil, kim yaparsa yapsın, nasıl yaparsa yapsın. Ama milliyetçiliğin de bu kadar kaba saba, bu kadar gayrı-medenî, bu kadar beyinsiz olmasını gerektiren bir şey yok. Bu ideolojiyi, bu ideolojik kalıpları sorgusuz sualsiz kabul etmek için bir "ahmak" olmak, bunun sonuçlarını başka insanlardan beklemek ve talep etmek için bir "sadist" olmak gerekir. Dolayısıyla bu gibi öğelerle "ulus-kurmak", koca bir topluma bir patoloji aşılamakla eşanlamlıdır. Sonuçları zaten ortada.

Bu sonuçlara bakıldığında, bu topluma hiç kimsenin milliyetçilerin verdiği zararı vermediği anlaşılıyor."

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.