Bu Çocuklar Kimin?

Bu Çocuklar Kimin?
Artık bu toplumda bir ‘şiddet nesli’ yetişiyor. Son dönemde şahit olduğumuz aile içinde yaygın biçimde yaşanan, sahalardan ekranlara yansıyan, ünlü-ünsüz herkesin başvurduğu şiddet, okullarda da vahim boyutlara ulaştı.
Üst aramalarında eskiden öğrencilerin cebinde sigara paketi bulan öğretmenler, artık bıçak topluyor ve ‘şiddet’ şiddetini gittikçe arttırıyor!
 
Okulların birer suç yuvası hâline dönüştüğünü görmemek imkânsız. Artık sadece duymaya alıştığımız üniversite öğrencilerinin kavgaları değil 10’lu yaşlarda, ilkokul çağındaki çocukların eli kanlı suretleri yansıyor ekranlara. Sigara, alkol hatta uyuşturucu kullanımının ilkokul seviyesine kadar düştüğünü biliyorduk ama bu yaşananlar sorunun kanlı bir boyutu. Böylece, linç etme, bıçaklama, silahla yaralama ve öldürmeye değin bir sürü yeni çatışma ve kavga biçimleri artık vaka-i adiyeden sayılmaya başlandı. 
 
Olayların görünürdeki nedenleri; çeteler arası hesaplaşma, yan bakma, gasp, kız meselesi, internet kaynaklı anlaşmazlıklar, uyuşturucu, haraç, futbol vb şeklinde çeşitleniyor. 
 
Konunun hem aileleri hem medyayı ilgilendiren yönleri bulunduğu gibi psikolojik ve sosyal boyutu da mevcut... Fakat soruna sadece bu yönden yaklaşmak derinlemesine algılamamak anlamına geliyor. Bu nedenle asıl sorun; geçmişten bugüne yegâne doğru kabul edilerek Batı’ya entegre edilmiş eğitim-öğretim sistemidir. Bu anlayış sonucu okullar suçlu yuvası haline gelmiştir. 
 
Denilebilir ki, kitle iletişim araçlarının yaptığı manipulatif (yönlendirici) yayınlar gençleri, çocukları bu hale getiriyor. Fakat asıl soru şu: Medya gücünü nereden alıyor? 
 
Kötü örnek olduğu söylenen dizilere izlenme rekorları kırdıranlar şu an çocuğunun çakı taşıyıp taşımadığından emin olamayan ya da ‘okulundan bıçaklandı haberi alır mıyım?’ şeklinde endişeler taşıyan babalar ve anneler değil mi? Dizilere bakın, silahsız, ‘kafana sıkarım’sız, kavgasız, şiddetsiz bölüm kalmadı. Aileler hipnotize edilmiş gibi kendilerini ekrana hapsederek mafya, derin-paralel devlet ilişkilerini çözmüş olmanın sanal hazzını yaşarken, evlatlarının da aynı diziyi seyrederek etkilendiğini unuttular ve artık sokaklarda potansiyel suçlular cirit atıyor.
 
İtiraf edilmeli ki, her iki taraf da yani aileler ve medya birbiriyle gayet pragmatist bir ilişki kurdu. Çocuklarını bile çizgi filmler, diziler eliyle dizginleyen günümüz aileleri; hem çağdaş dadılık yaptığı için, hem de ulaşamadığı hayatların renkli ve bir o kadar da aldatıcı yanını ekranlarından, kuruyemişini yiyip, kolasını içerek seyredip kendini tatmin ettirdiği için medyaya, istediğini yani reytingi verdi. 
 
Medya da benzer yayınları çoğaltarak çağdaş ve Batılı bir toplum olmanın gereklerini yerine getirmede üzerine düşen görevi ifa etmenin verdiği gururla toplumun ifsadına reyting uğruna hız kazandırdı. Fakat şimdi seyrederken büyük haz alınan dizideki kahramanlar evlere girdi. Siz dizinizi seyrederken masum bir şekilde yanınızda oturan çocuğunuz şimdi potansiyel şiddet suçlusu konumunda. “Benim çocuğum yapmaz öyle şeyler” demeyin. Çünkü yapılan araştırmalar şiddete başvuran çocukların tam bir profili olmadığını ve her tip öğrencinin bu yola başvurabildiğini gösteriyor.
 
Sorunun en çok da devleti ilgilendiren boyutunu incelediğimizde ise; adaletin mafyaya havale edildiği ve insanların kendi haklarını kendi yöntemleriyle arama yoluna gittikleri bir toplumda 10 yaşlarındaki ilkokul öğrencilerinin bile güvenliklerini kendileri sağlama konusunda bir bilinç geliştirmeleri ve okula bıçak, kurusıkı, silah, sopa, zincir, kesici alet vb ile giderek 'yargısız infaz'a kalkışmaları, bu yaşlardaki çocukların bile toplumdaki adalet algısının ne halde olduğunu algılayarak bir davranış geliştirmelerine ve modellerini, şiddeti kutsayan kişi ve çevrelerden seçmelerine sebep olmuş durumda. Nitekim ayağından/topuğundan vurma, bacağından bıçaklama gibi eylemler, mafya ‘racon’undan ithal edilen yöntemler. 
 
Evet, yaşanılanların gösterdiği bir hakikat var ki; bugün toplumda insanî ve ahlâki değerleri kuşatan İslamî değerler, eski ve geleneksel olarak algılanır hale gelmiş, büyük ölçüde gözden düşürülmüştür. Örneğin, toplumsal yardımlaşma şekilleri, helal ve temiz kazanç, ahlâki düsturlar, saygı, erdemli davranış, günlük hayatta insan ilişkilerinde; hoşgörü, karşıdakini dinleme ve anlama, empati gibi değerler hızla önem ve zemin kaybetti, yok oldu. Zekâ yerine cin fikirlilik, kanaatkârlık yerine para/aç gözlülük, yardımlaşma yerine bencillik gibi davranış biçimleri, yaşantımızın her noktasına yerleşti. Bu süreçte en kısa sürede, pratik biçimde, her yolla para kazanma, lüks hayata erişme, medyatik olma, idolleşme, kendinden bahsettirme gibi değerlerin zemin ve anlam bulmasında şiddet dili toplumun hemen her katında egemenliğini kurdu. 
 
Kapitalist yaşantının bir sonucu olan eşitsizlikler, adaletsizlikler, gelir dağılımı bozukluğundaki artışlar, sınıfsal uçurumlar, pastadan pay kapma yarışını hızlandırdı; bu da toplumun ‘güçlü olan ayakta kalır’ düsturunu benimsemesini kolaylaştırdı.
 
Hâlbuki toplumun sahip olduğu İslam kaynaklı kültürü; fertlerinin şahsiyetlerini şekillendirir ve varlığının, bekasının bel kemiğidir. Zira bu kültür üzerine hayatın anlamı kurulur, hedefleri ve gayesi belirlenir. İşte bu kültür ile fertler tek bir potada erir. Bu kültür unutulursa toplum kendi iç dinamiklerini muhafaza edemeyerek yok olur. Sonuç olarak gayesi, yaşam tarzı değişir, dostlukları dönüşür ve şu anda olduğu gibi başka kültürlerin arkasında yolunu kaybeder. Böylesi bir toplumda örnek edinilmesi gereken yegâne şahsiyet; Rasulullah (sav) ve beraberindeki sahabesi de tarihte yaşamış, hayatla ilişiği olmayan, din kültürü kitaplarının sayfaları arasında kalmış masal kahramanları haline gelirler vesselam. 
 
K. Bahaeddin Carda / Habervaktim 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum