Cemal Nar

Cemal Nar

“Maraş’tan Bir Haber Geldi”

“Maraş’tan Bir Haber Geldi”

“Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşmüş Maraş’ta” dediklerinde ilk aklıma gelen “inna lillah ve inna ileyhi raciûn” demek oldu.

Haberi veren hemen atıldı: “Ölmemiş. En azından öldüğü belli değil.”

Dedim ki “bu ayet her musibet anında söylenmesi güzel olan bir sözdür. İlle de ölüm için değil.”

“Allah Allah! Bunu da ilk defa duyuyorum.”

“Neyse, nerede olmuş bu kaza?”

“Haberler karışık. Ama giderek Berid dağlarından şüpheleniyorlar.”

“Eyvah!”

Berit’ler, Binboğalar zor dağlardır. Uzanır gider Maraş’ın kuzeyinden bu sıradağlar. Güneyi Akdeniz, kuzeyi İç Anadolu’dur. Kaç defa eteklerine kadar varmış, kaç defa yolculuk yaparken dört bir yanından seyretmişimdir o ulu dağları…

Bu mevsimde o dağların başında adam aramak çok zordur. Dağlar yüksek, karlı, buzlu, sisli. Uçurumları derin. Yolları kaybolmuştur Allahu a’lem.

Zaman uzuyor, korktuğumuz başımıza geliyor. Hala bulunamadılar. Kurtarmaya gidenler kurtulmayı bekler oluyorlar.

Herkes şaşkın. “Koca devlet bu kadar aciz mi?” sesleri yükselmeye başladı.

Evet kardeşim, insan da, devlet de işte bu kadar acizdir, zayıftır, fakirdir, muhtaçtır. Böyle olmayan ancak Allah Teâlâ’dır. Allah “samed’dir.” Her şey O’na muhtaç, ama o hiçbir şeye değil. Çünkü her şeyi o yarattı. Yaratmazdan önce de vardı ve onlara muhtaç olmadan varlığını sürdürüyordu.

İşte insanın acziyeti, mahviyeti, fakrı. Bunu görmek ve her an O’na sığınmak gerekli.

“Alperenler” bunu bilmezlerse nasıl “eren” olurlar? Onlara şimdi sabır düşer. Allah Teâlâ’nın takdirine ve hükmüne sabır ve teslimiyet. Gerçek sabır, darbenin indiği anda belli olur. İsyan, inkarcıya yakışır. Abiler, küçük çocukları hem teselli etmeli, hem de terbiyelerini vermelidirler. Öyle sağa sola saldırmak, intikam yeminleri etmek, binlerce insanın emeğini görmezden gelmek yakışıksızdır ve bu sahneler silinmelidir zihinlerden.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun “üşüyorum” şiiri veriliyor kendi sesinden. Ben de üşüyorum onu dinlerken…

Başkan Musin Yazıcıoğlu’na neden bu kadar sevgi besleniyordu ve musibetinden kurtarmak için devlet millet el ele neden seferber olmuştu? Neden siyaset durmuş, haberler bir noktaya kilitlenmişti?

İşte bu soruyu kendime sorduğum bu anda sesi kulaklarımda çınladı. Mecliste, “Müslümanların hükümet kurmasına mani oldu dedirtmem kendime” diyordu. Ya da buna benzer bir şey diyordu, kendisini dışlayarak kurulan “Refahyol” hükümeti kurulurken.

Yani bir iş milleti için hayırlı ise, kendisinin dışlanmasını hazmediyor, yanlışa yanlışla cevap vermiyor, olgunluk göstererek işin doğrusunu yapıyordu. Halkın menfaatini, kendi menfaatinin önüne alıyordu.

Bu erdemi nerden kazanmıştı?

Herhalde “Medrese-i Yusufiyye”den. Kolay değil, 10 yıla yakın hapis yatmalar ve onlardan da kötüsü 12 Eylülün darbeci zalimlerden işkenceler, işkenceler…

Bildiğim kadarıyla Mamak’tan çıkınca bir süre siyasetin dışında kaldı. Sonra Türkeş’in ısrarlı davetiyle tekrar siyasete döndü. O günlerde çıkan “Tempo” dergisinde okumuştum, partinin kongre salonunda Kur’an- Kerim okutunca Türkeş “Burasını din görevlileri derneğine çevirdiniz” diye kızmışı. Ben o an demiştim, “bu ikili bir arada yaşayamazlar” diye. Nitekim ayrıldı yolları daha sonra.

Kanaatimce üst düzey MHP yöneticileri “bu kadarı bize fazla” diyerek Ülkücü Gençliği dindarlıktan biraz uzak tutuyorlardı. Gençler İslam’a meyyal idi, önleri açılsa seller gibi dine akacaklardı, ama üst noktalarda bir yerde bu sellerin önüne bent vuruluyordu.

Sanırım Necip Fazıl merhum da bunu gördü ve ülkücü gençliğe yakın durarak onları din ve tasavvufla tanıştırmak istedi. Ama ne de olsa bir siyaset vardı ve çok geçmedi o engele takılarak dışlandı. Necip Fazıl için acı bir tecrübeydi bu. Onları kazanamadığı gibi, kendi gençliği akıncıları da kaybetti…

Sanırım Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları meseleyi kavramıştı. Milliyetçi düşünceleri bütünüyle terk etmedi, milliyetçilik söylemlerine derin bir tasavvuf kültürünü de ekleyerek, yani hareketi dindarlık ve maneviyat ile yoğurarak yeni bir “alperen” anlayışla yola çıktı.

Bu uzun ince ve zor bir yoldu. Çünkü siyaset meydanları parsellenmiş, kendisine pek bir yer kalmamış gibiydi. Kendisinin sahiplenmek istediği “İslam Davası” davası bu ülkede da hala “hor, öksüz ve garip” idi. Ama o zoru seçti ve tıpkı o meseldeki karınca gibi “bacaklarının zayıflığına” bakmadı, uzun bir maraton yürüyüşüne çıktı.

Liderliği de işte burada idi. Belki kendisi zaferi görmeyecekti. Ama bu doğru bildiği yoldu ve yürümeliydi. Beklide zafer, bu yürümenin ta kendisiydi. Kendisine biçtiği misyon bu idi.

Ben onu çok yakından tanımadım. Mesleğim ve meşrebim gereği siyasete mesafeli olduğum için hep uzaktan seyrettim. Ama kişiliğini, ciddiyetini, vakarını, tevazusunu, yiğit duruşunu sevdim. Ailesinin tesettürü benim için samimiyet testindeki en büyük göstergelerden biriydi. Üstelik o eşi bir Maraşlı idi. O yüzden ayrıca sevdim.

Evet, ben bu yazıyı 27 Mart Cuma gece saat üç sularında yazıyorum. Odamda kalorifer sönmüş, üşüyorum. Ona ve arkadaşlarına hala ulaşılamadı. Acaba o ve arkadaşları o zor dağlarda kim bilir ne kadar üşüyorlardır, eğer sağ iseler…

Milyonlarca insanın yaptığı gibi onun ve arkadaşları için acziyet içinde dua ediyorum.

Görelim Mevla neyler
Neylerse güzel eyler…






Önceki ve Sonraki Yazılar
Cemal Nar Arşivi