CHP'li

CHP'li

Resepsiyon" başlıklı yazımızın devamıdır efendim.)
Nihayet o an geldi; bizler de büyük kabul salonunun girişinde ayakta bekleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi ile tebrikleşmeye hazırlandık.

Hemen önümde Gazetemizin İmtiyaz Sahibi Ali Akbulut Bey'in arkasında sıranın bana gelmesini bekliyordum ki Mustafa Ünal kulağıma eğilerek, "Abi, acele etmeyelim; Ali Bey'den sonra araya bir kişi alalım ki, fotoğraf çekecek arkadaşımızın flaş aküsü kendisini toparlama fırsatı bulabilsin." diye fısıldadı. Ferâsetin bu derecesine hayran olmamak mümkün değildi. Düşününüz, ömrünüzde bir kere Devlet başkanlığının kabul resmine davet ediliyorsunuz ve o ânı tesbit etmek için bekleyen fotoğrafçı arkadaşımız tam da o esnada flaşı ikinci kere çakabilmek için bir süre beklemek zorunda kaldığı için fotoğrafınızı çekemiyor. Ne talihsizlik!

Neyse ki Resepsiyon işlerinde hayli tecrübeli arkadaşların refakatindeydik. Ali Bey'le araya bir kişiyi nezaketle öne davet ederek bu problemi çözdük. Flâşlar patladı. Devlet başkanımızı ve eşini kutlayıp giderek kalabalıklaşmakta olan geniş kabul salonuna adımımızı atabildik.

Vaziyet şöyle; sekiz-on metre aralıklarla salona yüksek sehpalar dizilmiş ve üzerinde mumlarla kuruyemiş tabakları konulmuş. Arada sırada elinde tepsi ile gezinen garson arkadaşlar, davetlilere "kanepe" adı verilen küçücük yiyecek şeyler ikram ediyorlar ki, bu kanepe denilen ve kürdanı çatal gibi kullanarak ağıza atılabilen şeylerle kifaf-ı nefs etmek zorunda kalmanızı katiyyen arzu etmem; çünkü bu durumda ya garson arkadaşı ikna ederek elindeki tepsiye tamamen el koymanız ve tenha bir yere çekilerek karnınızı doyurmanız gerekecektir.

Neyse ki durumu önceden soruşturduğumuz ve başımıza geleceği az buçuk tahmin ettiğimiz için tedarikimizi daha önce görmek akıllılığını göstermiştik: Hayır, aklınıza geldiği gibi, siyah kostümümüzün koyun cebine döner dürümü, peynirli sandviç koymak aklımızdan bile geçmedi. Bunun yerine, Resepsiyon arkadaşım Abdülhamit Bilici'yle, gazetenin Ankara bürosunda, hemen karşıdaki dükkândan birer porsiyon köfte-ekmek ısmarlayarak vukuu muhtemel bir mağduriyet haline karşı tedbirimizi almış, akşam öğününü atıştırırken de, "Devletin sağı solu belli olmaz; biz karnımızı doyurup şimdiden tedbir alalım." diyerek aramızda şakalaşmıştık.

Neyse ki öyle yapmışız; önümüzdeki sene resepsiyona davet edilecek tecrübesiz davetlilere şimdiden ihtar eyleriz, "Resepsiyonda nasıl olsa birşeyler atıştırır, nefsimizi körletiriz." diye düşünüyorsanız yanlış hesaptır. Siz yine de devlete ve devletin başkanına güveninizi muhafaza etmekle birlikte, daha evvelce karnınızı münasip bir yerde doyurmayı ihmâl etmeyiniz efendim.

İyi, güzel; salona girdik fakat ne yapacağız? Bakıyorum, millet elinde birer meyve suyu bardağı ile sağı solu kolaçan ederek, ayaküstü lâflayacak tanıdık arama turları atmakta. Resmini gazetelerde, ekranlarda gördüğümüz âşinâları yavaş yavaş seçmeye başlıyoruz: İşte derviş-nihâd Hâtemi Hoca ve sevgili eşi Kezban Hanımefendi, işte sahnelerimizin bülbül sesli sanatçısı Sibel Can Hanımefendi, ekran dizilerinden tanıdığımız şöhretli sanatçılar, bakanlar, milletvekilleri, gazeteciler, gazeteciler, gazeteciler...

A, aramızda yabancılar da var; her halleriyle ayrı bir coğrafyanın ve iklimin insanları olduklarını belli eden diplomatlar ve eşleri de gezinmekte salonda. Hele birbirinden fiyakalı ve tumturaklı üniformalarıyla yabancı elçiliklerin askerî ataşelerini görmeliydiniz; böyle anlarda insan sivil tarzda telebbüs etmekliğin ne kadar yavan ve sıradan bir giyim şekli olduğunu farkediyor. Bu gibi törenler için tasarlanan jilet gibi ütülü askerî üniformaların şıklığı, siyah takım elbiseleriyle yatılı mektep talebeleri gibi gezinen bizim gibi siviller arasında derhal ve üstelik hasetle farkediliyor. Vakıa bazıları, liselerin bando takımlarını yöneten majör delikanlıların kıyafetlerini andırsa da kıskanmadım desem yalan olur.

"Ne var ne yok, kimler gelmiş, kimler varmış" merakıyla salonu şöyle bir kolaçan ettikten sonra insan ister istemez oturup bir lâhza dinlecek bir iskemle, olmadı bir tabure arıyor fakat ne gezer? Mümkün değil. Sadece salonun uzak köşelerine yerleştirilmiş birkaç kanepe farkedebildim ama orada dinlenmek için sıraya girmek gerekeceğinden çabucak vazgeçtik. İnsan ister istemez, "Koca riyaseticumhur köşkünde misafire verilecek birkaç iskemle yok mudur?" diye düşünüyor fakat kabul etmeliyim ki bu tür beklentiler, doğru dürüst cemiyet hayatını görmemiş, âdâb-ı muaşeretten bîhaber -bencileyin- taşralı yazarlara mahsus bir beklentidir.

Yine de kaydediyorum şuracığa, Cumhurbaşkanı seçilmek şartlarını haiz milyonlarca vatandaştan biri olmaklığım hasebiyle günün birinde devlet kuşu omuzlarıma konduğunda, misafirlerime Cumhuriyet resepsiyonlarında en azından birer iskemle vermeyi taahhüd ediyorum canımdan aziz seçmenlerim benim!

Derken o kalabalık içinde, çöl yeknesaklığını ihlâl eden bir süs bitkisi, alacakaranlıkta yükselen bir mehtabı andırır bir obje farkediyorum. Mustafa Bey'e, "Kimdir bu Mehlika sultan ki, yolunu şaşırıp da buralara düşmüş?" diye sormama kalmıyor, diyor ki: "O Mehlikâ, Şehnaz Hanım'dır, galiba mankendir ve yakın zamanlara kadar kendisi CHP üstkurullarından birinde görevli idi."

"Vay canına!" demekten kendimi alamıyorum; zihnimdeki "CHP'li" imajı aniden yıkılıyor, önyargılarım altüst oluyor. Yıllarca "CHP'li" nâmına Deniz Baykal, Onur Kumbaracıbaşı, Kemal Kılıçdaroğlu, Nurettin Sözen, Önder Sav gibi -takdir edilmelidir ki- hiç de sevimli olmayan matruş ve sert simâları hatırladıktan sonra Şehnaz Hanım'la CHP'li imajını yanyana getirmek, küçük çapta bir fikri tezelzüle sebep oluyor ki, hayretimiz mâzur görülmelidir.

Ve nihayet dönüş saati yaklaşıyor. Bu defa Cumhurbaşkanı'na teşekkür edip izin istemek üzere evvelkiyle kıyaslanmayacak derecede küçük bir davetli kuyruğuna daha girmemiz gerekiyor. 29 Ekim tarihinde doğduğunu hatırladığım Cumhurbaşkanı'na teşekkür ederken "Doğum gününüz de kutlu olsun sayın Cumhurbaşkanı'm." demeyi de planlıyorum.

Sıra tam bize gelmek üzere, önümüzde bir kişi daha var; fakat o da ne?

Yüzlerini ekranlardan hatırladığım biri sakallı, öteki matruş iki davetli, sanki oradan geçiyorlarmış da, geçmeden Cumhurbaşkanı'na bir "Allahaısmarladık" demek istermiş gibi rahat ve tabii tavırla kuyruğun en ön sırasına geçiveriyorlar. Ağzımız açık kalıyor. Bir an müdahale etmeyi, "Burası dolmuş kuyruğu değil beyefendi; kaldı ki bu hareketiniz dolmuş kuyruğunda bile hoş görülmez, lütfen sıranıza riayet ederek kaynak yapmaktan vazgeçiniz." diye maraza çıkarmayı düşünüyorum fakat Devlet Başkanının önünde basından bazı kişilerin kuyruk sırası için kapışması resmen ve alenen büyük rezillik olacak. Çâresizce durumu kabulleniyor ve Fatih Altaylı ile Murat Bardakçı adlı gazetecilerin, sırada bekleyen diğer insanlara aldırış bile etmeksizin açıkgözlülükle "kaynak" yapmalarını sineye çekiyoruz, fakat o esnada karar veriyorum. Bunu yazacağım.

Aha yazıyorum işte: Ayıp ettiniz Fatih Bey, ayıp ettiniz Murat Bey; bizden izin isteseydiniz elbette anlayış gösterirdik ama sormadınız bile.

Sizi gıyabınızda kınadık; şimdi de yazılı olarak kınıyoruz.

Her neyse; bir Resepsiyon daveti böyle sona erdi. Neyse ki İstanbul'a dönüş uçağında yukarıda sözünü ettiğim kişiler yoktu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi