Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Demokratik açılımı kim istiyor, kim istemiyor?

Demokratik açılımı kim istiyor, kim istemiyor?

Televizyonlardaki “tartışma programları”na bakıyorum da; ekran karşısında kâh tırnaklarımı yiyor, kâh saçımı-başımı yoluyorum... “Mürekkep” yalamış, “aydın” zannettiğim nice insan, öyle ipe-sapa gelmez, öyle abuk-subuk sözler sarfediyor, öyle saçma “tahlil”lerde bulunuyor ki, sinirlenmemek mümkün değil... Hani, konuşan kişi “Sarı çizmeli Memedağa” olsa, konuştuğu yer de “köy kahvesi” olsa; “olur” diyeceğim; “Ne yapsın adamcağız, ufku da, ancak bilgisi kadar... Derinliğine tahlil yapması, olaylara geniş perspektiften bakması beklenemez... Herkesin ufku, ulaşabildiği bilgi kadardır!.. Böyle bir adamdan, kalkıp da Türkiye’nin girift meseleleri konusunda sağlıklı bir tahlil yapması beklenemez ki!..”
Ama bu adamlar gazetelerde “köşe yazarlığı” yapıyor... Bu adamlar, “aydın” biliniyor... Bu adamların “entelektüel birikimi” var zannediliyor ki, ekranlara davet edilip “ahkâm” kesmelerine fırsat veriliyor.
Gelin, görün ki; “boş bir teneke”den farksızlar...
İyi “ses” çıkarıyorlar ama, konuşmalarının içi boş!..
Zaten öyle değil midir, “içi dolu bir teneke”den fazla ses çıkmaz!.. Ama “içi boş” olursa, “davul” bile sessiz kalır yanında!..
AK PARTİ’NİN NE HATASI VAR?
Meselâ, birisi... Adam, ağzını açar açmaz, başlıyor “AK Parti’nin yanlışları”nı sıralamaya...
“Böyle açılım olmaz” deyip, ekliyor: “Eğer Kürt meselesini halledeceksen, Ermeni meselesini de halletmen lâzım... Kıbrıs meselesini halledeceksen, azınlıklar meselesini de... Başörtüsü meselesini halledeceksen, Aleviler meselesini de halledeceksin!.. Yani, bir konuya odaklanıp, diğerlerini yok saymayacaksın!”
Baktım; adam, “son 200 yılın günahı”nı AK Parti’nin sırtına yüklemeye çalışıyor!..
İyi hoş da, bu adam “kör” müdür ki; AK Parti’nin, “halının altına süpürülmüş” hemen her konuya el attığını, her konuyu çözmeye çalıştığını görmüyor?..
Daha da önemlisi; AK Parti, bir konuyu çözme girişiminde bulunduğunda, bir başka taraftan gelen “direnç”leri ve hatta “provokasyon”ları görmüyor mu?..
Buyrun, “tablo”ya bir bakalım:
Şahsen ben; bu ülkede, meselâ “başörtüsü zulmü” sona erecekse, “cemevleri”nin inşa edilmesine, eğer varsa “Alevilerin sorunları”nın çözüme kavuşturulmasına karşı çıkmam, hatta destek veririm.
Aynı şekilde; “İmam Hatip Lisesi mezunları”nın son 12 yıldır yaşadıkları “katsayı zulmü” çözüme kavuşacaksa, meselâ “Heybeliada Ruhban Okulu”nun açılmasına sesimi çıkarmam!..
Ama, “aynı anlayışı” karşı taraftan da bekler, onların da “çözüme katkı” sunmasını isterim!..
Peki, ben “çözüm” isterken, “fedakârlık”ta bulunurken, karşı taraf çözüme yanaşıyor mu?..
Meselâ, Aleviler... Onlar, “cemevlerine özgürlük” diye bastırırken, “başörtüsüne özgürlük” diye çığlık atanlara destek veriyorlar mı?..
Söyleyin Allah aşkına;
“Madem benim sorunlarım çözülecek, o halde onların da sorunları çözülsün” diyen bir Allah’ın kulu var mı?..
Yok... Maalesef yok!..
Olmayınca da, ister istemez “kamplaşma” görüntüsü çıkıyor ortaya... Sadece kamplaşma olsa yine iyi; “Öç alma!.. İntikam alma!.. Galip gelme!.. Karşı tarafı linç etme!” duyguları giriyor devreye!..
Söyleyin hele;
Bu ülkede bir “başörtüsü sorunu” var mıydı?.. Bu ülkede, 1998’e gelinceye kadar “katsayı” sorunu var mıydı?
Elbette yoktu... Peki, kim “icat” etti bu sorunları?.. Evet, soruyorum; “çözüm üreten” değil de, “sorun üreten” makamda bulunanlar kimlerdir?..
Kimlerdir, insanları “taraf” haline getirenler?..
“Asker” mi, “yargı” mı?..
Yoksa, “Hükümetler” mi?..
Kimbilir, belki de;
“Üst Kurullar Cumhuriyeti”dir!..
EĞER TSE DAMGALI DEĞİLSEN!
Bunlar, kimler ise, kâh “askerin namlusu”nu gösterdi millete, kâh “polisin copu”nu veya “yargının tokmağı”nı!
Güya “demokrasi” ile yönetilen ülkede, hemen herkesin üzerinde “Demoklesin kılıcı” sallandırıldı ve “çözüm” için “adım” atanlar, “hadım” edilmeye çalışıldı!..
Söyleyin hele;
Meselâ “başörtüsü”nün, meselâ “katsayı”nın halledilmesi konusunda atılan adımların önünde “yüksek bir duvar” olan “yüksek yargı” değil midir?..
Peki, bu “yüksek yargı” mensuplarının verdiği kararlar “hukukî” midir, yoksa “siyasi” ve “ideolojik” midir?..
Dahasını da söyleyelim; bu kararlarda, “mezhepsel görüşler” hiç mi etkili olmamıştır?..
Evet, “yüksek yargı”da son derece egemen olan “Alevi hakimler”den söz ediyorum... Hayır, hiç kimsenin “dinini, inancını, aidiyetini veya mezhebini” sorguluyor değilim... Ben, hemen herkesin “hakettiği yere gelmesini” savunur ama “adil” olmasını isterim!..
Peki, “yargıdaki mekanizma” böyle mi işliyor?..
Herkes “hakettiği” yere gelebiliyor mu?
Malûm, Yargıtay Onursal Üyesi Cevdet İlhan Günay, geçenlerde “çarpıcı bir tesbit”te bulunmuştu...
“Yargıda, bir yerlere gelmek için TSE damgalı olmak lâzım” deyip, eklemişti:
“TSE dediysem, Türk Standartları Enstitüsü anlaşılmasın!.. Yargıdaki TSE, Tunceli-Sivas-Erzincan’dır!..
Eğer oralardan olmazsan, görevinde yükselemezsin!”
Böyle söyleyen, sadece Cevdet İlhan Günay değildi elbet... Bugünkü 1. sayfamızda da okuyacağınız gibi; Hakim Abdullah Erdem de, Günay’a destek verip, diyor ki;
“Yüksek yargıda Tunceli-Sivas-Erzincan (TSE) kriterleri geçerlidir. Hepimiz yargıya sahip çıkmalıyız, yargıya sahip çıkmak da, bu dar zihniyetle olmaz.
Bakın, ben mesleki puan ortalaması 85’in üzerinde olan bir hakimim... Puanlama değerlendirmesinde 85 ve üzeri ‘mümtazen terfi’, 70-85 arası, ‘tercihen terfi’, 70’in aşağısı ise ‘adi’yen terfi’ için değerlendirilir.
Ben ‘mümtazen terfi’ kategorisindeyim.
Buna rağmen beni Yargıtay üyeliğine seçmediler, ama ‘adiyen terfi’ kategorisindeki bir başkasını, notu sadece 66 olan bir başkasını, başkalarını seçtiler.
Buradan soruyorum: Kriteriniz nedir?..
Bir insanın İmam Hatip mezunu olması, eşinin başörtülü olması veya dindar olması aldığı notun önemini sıfıra indiren bir kabahat midir!..”
“Ben buradan hodri meydan diyorum...
Sayın Günay’ın iddiaları doğru değilse, benim söylediklerim doğru değilse, HSYK çıksın ve bugüne kadar kim için hangi kriterleri uyguladı, internet ortamında açıklasın. Kendi sitesinden herkesin notunu, başarısını, internet ortamında kamuoyunun bilgisine sunsun.”
ÖRTÜ YASAĞI, TSE DAMGALI MI?
Hakim Abdullah Erdem’in bu “tesbit”lerine de, “çağrısı”na da mutlaka kulak verilmelidir...
Sayın hakim, bir “mezhepsel kadrolaşma”dan söz ediyor!.. Yargının, “mezhebi kuşatma” altında olduğunu ifade ediyor.
“Çok önemli bir konu” olmasına rağmen, açık ve net söylüyorum; ben, “kadrolaşma”yı da o kadar önemsiyor değilim...
Ama, bu “mezhebi kadrolaşma”nın hakim ve savcıları; kalkıp da “başörtüsü zulmünün devamı” veya “katsayı adaletsizliğinin sürmesi” yönünde karar verirlerse, işte o zaman “isyan bayrağı”nı açar ve başlarım bağırmaya:
“Siz mi bağımsızsınız?.. Siz mi tarafsızsınız?..
Siz, Türk Milleti Adına değil, mezhebinize göre karar veriyorsunuz!!!”
Bağırmakta haksız mıyım?..
Sen benim “inanç”larıma saygı göstermez, verdiğin kararlarla beni “linç” etmeye kalkarsan, ben de sana ve senin kararlarına saygı göstermem arkadaş!..
Ve, ister istemez;
“TSE’yi düşünmeye” başlarım!..
Öyle ya; yüksek yargı mensupları “TSE damgalı” olmasalardı, belki de “milletin örtüsü ve okulu aleyhinde” kararlar vermezlerdi!..
Demek oluyor ki;
“Derin devlet”in, bir “şehvet tutkusu” ile gerçekleştirmeye çalıştığı “Sünni-Alevi kamplaşması”nın arka planında “TSE damgalı hakim ve savcılar” da vardır!..
Onlar, “sistemin emireri” olarak hareket ederek, “kamplaşma”yı kaşıyıp, büyük bir “çatışma”ya dönüştürmek istemektedir!..
Maalesef, “görünen tablo” bu!..
DARBECİLERİ KUTLAYANLAR, BUNLAR DEĞİL MİYDİ?
Şimdi söyler misiniz bana;
Bu durumda “AK Parti iktidarı” ne yapsın?..
“Başörtüsü” ve “katsayı” sorununu çözmeye çalışırken, “TSE damgalı yargıç”ların da buna destek olması, “uzlaşma çabaları”na katkı vermesi gerekmez mi?..
Ama, onlar ne yapıyor; “Pakistan’daki yargıçlar” örneğini verip, “istifa ederiz” diye tehdit savuruyor!..
İstifa etmezseniz, hatırım kalır!..
Bunlar, bırakın “istifa” etmeyi, darbelerden ve darbecilerden hep “istifade” ettiler!.. “Darbelere direnmek” yerine, “darbeciler”in karşısında “el pençe divan” durup, bir “lokanta garsonu” gibi; “Siparişinizi alabilir miyim?.. Nasıl bir anayasa istersiniz?.. Anayasanızı burada mı yersiniz, paket mi yapalım?” dediler!..
Bırakın “isyan” etmelerini;
“Yüzlerini bile ekşitmediler!”
Dahası, koşa koşa gidip “darbecileri ziyaret” ettiler, “İsabet buyurdunuz paşam” deyip, tebrik ettiler!..
Hadi, bunlar “dün”de kaldı diyelim;
Peki, “28 Şubat süreci”nde, “askerî brifingler”e davet edilince “maratoncu hızı”yla koşan ve generallerin “Marksist Faik Bulut’un kitabından aşırma” palavralarını heyecanla dinleyenler bunlar değil miydi?..
Şimdi kalkmışlar; “yargının kuşatılmak istenmesi”nden dem vuruyorlar... Peki, brifing salonunda “askerler tarafından kuşatılan” sizler değil miydiniz?..
O zaman niye “gık”ınız çıkmadı?..
Bugün ise, aralarında “general”lerin de bulunduğu “Ergenekon sanıkları”nın bütün “kirli çamaşır”larını tek tek ortaya döken, “iğrenç bağlantı”larını gözler önüne seren Şamil Tayyar gibi gazetecilere basıyorsunuz cezayı!..
“Al sana 15 ay hapis!”
Yetmedi, “20 ay” daha!..
O da yetmiyor “15 ay” daha!..
“Toplam, 50 ay hapis!”
Peki, niye?..
“Ergenekon sanıklarını deşifre edip, onların kirli çamaşırlarını ortaya döktü” diye mi?..
Bu mu “soylu” davranış?..
Bu mu “ilkeli” tavır?..
HERKES BİR ADIM ATMALI!
Şunu demeye çalışıyorum:
Eğer, “barış, adalet ve huzur” isteniyorsa, herkes taşın altına elini koymalı, herkes “fedakarlık”ta bulunmalı, herkes “çözüme katkı” sunmalıdır!..
Hükümet bir “adım” attıysa; “yargı” da bir adım atmalıdır!.. “Sünni”ler çözüm istiyorsa, “Aleviler” de istemelidir!.. “Kürt açılımı”na verilecek cevap, “Ahmet Türk’e yumruk” olmamalıdır!.. “BDP’ye el uzatılıyor” ise, ona “PKK’nın silahları” ile cevap verilmemelidir!.. “Ermenistan sınırı”nın açılması isteniyorsa, “Dağlık Karabağ’daki işgal” sona ermelidir!.. Türkiye “AB üyeliği” istiyorsa, karşısına “imtiyazlı ortaklık” mavalıyla çıkılmamalıdır!..
Vesaire... Vesaire!..
Çözümün tek yolu;
“Sev beni, seveyim seni” formülüdür!.. Sen beni sevmez, gözlerinden çakmak çakmak “nefret” fışkırırsa, o zaman ne çözüm olur ne de uzlaşma ve barış!..
AK Parti iktidarı diyorsa ki;
“Biz yaradılanı severiz, Yaradan’dan ötürü”
Başkalarına düşen de;
Bu “sevgi”ye karşılık vermektir!..
Bu kadar basit!..
Başka “çıkar yol” da yok!..
Eğer “çözüm” istiyorsan;
Bir adım da sen atacaksın arkadaş!..


Bizim rehberimiz ve ölçümüz
Nusret Reçber arkadaşımız, kendi işinin yanı sıra, “imamlık” da yapar... Hem “vakit namazları”nı kıldırır, hem de “Cuma Namazı”nı...
Dün, Cuma Hutbesi’nde; “dilenciliğin kötülüğü”nden söz ederken, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in bir “hadis-i şerifi”ni örnek gösterdi... Peygamber Efendimiz’in “biat” şartlarından birini de, mealen şöyle açıkladı:
“Hiç kimse, hiç kimseden, hiçbir şey istemesin.”
Nusret Reçber hocamız; “Bu yüzdendir ki” dedi, “Ashab-ı kiram, atının üzerindeyken; kırbacı yere düşse, yerdeki birinden onu kendisine vermesini istemez, attan iner, kırbacını kendisi alırdı.”
İşte “Kur’an ahlâkı” ve işte “yaşayan Kur’an” olan Efendimiz’in ölçüsü... Bir “Müslüman” olarak “ölçümüz” bu... Hiç kimseden, hiçbir şey istemiyoruz... Kimseden “el uzatmasını” beklemiyor, elini uzatan biz oluyoruz... “Sevgi” beklemiyor, sevgi sunuyoruz... “Gel” demiyor, biz geliyoruz... “Küskün”sek, barış elini uzatan biz oluyoruz...
Biz; “sorun” değil, “çözüm” üretiyoruz... “Kavga”dan değil, “barış”tan yanayız... Yani, hiç kimseden, hiçbir şey istemiyoruz...
“Feragat”ta da bulunuruz, “fedakârlık”ta da!..
Yeter ki; iş, “inancımıza saldırı”ya dönüşmesin!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi