Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

O salonda, Yargıtay Başsavcısı da olmalıydı!

O salonda, Yargıtay Başsavcısı da olmalıydı!

Şu günün şartlarında; hiç kimseye “biat etme” derecesinde bağlı olmak veya “boyun eğmek” durumunda değilim... çünkü herkesin “tartışılır” bir tavrı veya “eleştirilir” bir sözü vardır... “Hak kelâmı” değil ya, elbette eleştirilir... Yine kabul etmek gerekir ki; herkesin “hata”ları, “kusur”ları, “eksik”leri olabilir!.. Hiç kimse, “dört dörtlük” değildir!.. Hiçbir konuşma da, “altına imza atılacak” derecede “yüzde yüz doğru” değildir.. Meselâ, bir konuşmanın “bazı bölümleri”ni, yani “parça”larını onaylamak demek, “bütününü” onaylamak anlamına gelmez!..
Bunu böylece belirttikten sonra, gelelim “dün”e... Malûm, dün Anayasa Mahkemesi’nin 46. kuruluş yıldönümüydü... Bu münasebetle Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, son derece “dolu”, son derece “birikimli” ve bir o kadar da “ders niteliğinde” bir konuşma yaptı... Hani, “manifesto” derler ya, Haşim Kılıç’ın dünkü konuşması da bir “Hukuk manifestosu” niteliğindeydi ve herkese “mesajlar” vardı!..
Ama, en başta dediğim gibi; “konuşmanın tamamı”na katıldığımı söyleyemem... Ancak, “bir bölüm”ünde, gerçekten de “ders”ler vardı.
BUGüN MİSAFİR, YARIN SANIK!
Toplam 16 sayfa tutan “konuşma”ya geçmeden önce, “salon”a bir bakalım.
Anayasa Mahkemesi’nin 46. kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törene; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Danıştay Başkanı Sumru çörtoğlu, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil çiçek, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Sayıştay Başkanı Mehmet Damar, Ankara Valisi Kemal önal, Türkiye Barolar Birliği Başkanı özdemir özok ile çok sayıda davetli katılmış...
Başkan Haşim Kılıç ve Başkanvekili Osman Alifeyyaz Paksüt, konukları salonun girişinde karşıladı.
Törenin yapıldığı salon, aynı zamanda “Yüce Divan” olarak kullanılan salon...
Şu “yaman çelişki”ye bakın ki;
Salonda dün “misafir” olarak bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan, bir süre sonra, aynı salonda “sanık” olarak yargılanacaklar!..
Evet, onlar “AK Parti’nin kapatılması” talebiyle açılan dâvâda “sanık” olarak yargılanacak olmalarına rağmen, dün “o salonda”ydılar!..
Onlar hakkında “iddianame” hazırlayan Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya ise, “davetli” olmasına rağmen, “46. Yıl Töreni”ne katılmadı... Bildiğim kadarıyla, “mazeret” bildirmiş!..
Merak ettim, “mazeret”i, acaba ne ola?..
“Nezle” veya “grip” oldu da, “yorgan-döşek” yatıyor mu, yoksa “gazetelerdeki asparagas haberler”i kesip, “ek iddianame” hazırlamakla mı meşgul?!?..
Ya da, ya da; o salona gelip de, “Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın yüzlerine bakacak cesareti” kendinde bulamadığı için mi gelmedi?..
Hani, derler ya;
“İnsan içine çıkacak yüzü yok!”
Acaba, böyle bir “ruh hali” mi yaşıyor Yalçınkaya?.. Yaptığı “hata”nın farkına vardı, ama geri mi dönemiyor?..
ODAK, SAçMA BİR KAVRAM!
Malûm; başta “Cumhuriyet” gazetesi olmak üzere, gazetelerden kestiği ve “yalanlanan haberler”den oluşturduğu “iddianame”sinde; Başsavcı, AK Parti’yi “laikliğe aykırı eylem ve söylemlerin odağı” olmakla suçlamıştı...
Peki, “odak olmak” neydi?..
Sakarya’da düzenlenen “Türkiye’de Demokrasi” konulu konferansta konuşan Yargıtay eski Başkanı Prof.Dr. Sami Selçuk; odak olma kavramının “saçma bir kavram” olduğunu söylüyor, bu kavramın “kararlılık” ve “yoğunluk” olarak tanımlandığını ifade ediyor ve şunları belirtiyordu:
“Yoğunluğun ne olduğu belli mi, belli değil... Köşeli değil... Kararlılık!.. Bu da köşeli değil... Nerede başlar, nerede biter; bilinmiyor.
Hukukta buna benzer kavramlar getirirseniz; savcıya, hakime ‘bu kararı uygulama’ diyemezsiniz... Savcı bir şey yapacak, mecbur.
Fakat bu kavramlar aslında bir hile-i şeriyyedir. Kendisinin tarife ihtiyacı vardır. Kararlılığın yoğunluğu ile siz odağı tanımlayacaksınız, ‘odak ne’ belli değil. Ben de bilmiyorum, uygulayanlar da bilmiyor.
100 hakim getirin, 100’ü de ayrı tanım çıkarır. Hatta bakarsınız, birkaç tanesi bir önceki görüşünü bile sonradan değiştirebilir.
Kınanacak bir tarafı yok. Böyle saçma sapan kavramları yasalara koyarsanız, başınıza bu dertler gelir, olay bu kadar basit.”
“TüRK MİLLETİ ADINA” DA YALAN!
Tartışılan, sadece “odak olma” kavramı değildi... Yargının “Türk Milleti Adına” karar vermesi de tartışma gündemindeydi!..
Meselâ, Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AK Parti hakkında açtığı kapatma dâvâsını; “kamu” adına, yani “Türk Milleti Adına” açmıştı...
Ancak, Başsavcı’nın “hangi Türk milleti adına” dâvâ açtığı tartışılıyordu...
Evet, tartışılıyordu çünkü;
Başsavcı’nın, “adına” dâvâ açtığı “millet”in yüzde 47 gibi, yarıya yakın çoğunluğu AK Parti’ye oy vermişti... Bu, şu demekti: Başsavcı; “Türkiye’de iki kişiden birinin oy verdiği parti”nin kapatılmasını istiyordu.
Bu talep; “Madem öyle, milleti de kapat” eleştirilerine maruz kalıyordu...
öyle ya;
“Millet”in tavrı ile “millet adına” hareket eden “yargı”nın tavrı, birbirinden 180 derece farklıydı...
Sakarya’daki konferansta işte buna işaret eden Prof. Sami Selçuk, “Mahkemeler millet adına karar vermiyor” deyip, ekliyordu:
“Sokaktaki insana, devlet yalan söylüyor. Mahkemelerin kararında ‘Türk milleti adına’ dedin mi, yargıya halkın katılma hakkını tanımak zorundasınız. Şimdi ‘Türk milleti adına’ sözünü mecburi ettiler... Bütün arkadaşlarımız bunu yazıyorlar. çünkü çok çalımlı bir laf.
Yargıçları, Adalet Bakanlığı belli aşamalardan geçirerek tayin etmiştir.
Halk seçmemiştir ki, yargıçlar Türk milleti adına karar versin. Ben 40 yıl bu mesleği böyle kullandım. çıkan yasaya baktım, doğru uygulamaya çalıştım. Türk milleti ne der diye düşünmedik. Doğrusu benim böyle bir temsil yetkim de yok.
Sokaktaki insana devletin doğru söylemesi gerekir. Alıyorlar Fransa’dan, İtalya’dan, Almanya’dan o maddeyi, kopya ediyorlar. ‘Türk milleti adına’ sözünü koyduk ama, bu nedir diyen yok.
Bakın bir boşluk daha çıktı. Nereye atsanız, elinizde kalıyor. ‘Yargı yetkisi bağımsız mahkemelerce kullanılır’ dense doğru... ‘Türk milleti adına’ deyince işler karışır. Bu bir yalan, büyük bir yalan!..”
Lütfen dikkat... Bu sözleri ben söylemiyorum... Bu sözler, bu ülkede “Yargıtay Başkanlığı” yapmış bir insana, bir “hukukçu”ya aittir!.. Hem de, “iyi bir hukukçu”ya!..
Ve, demektedir ki;
“Devlet, yalan söylüyor!”
Kime söylüyor?..
“Sokaktaki insan”a...
Yani; sana, bana, ona!..
Evet, “yalan” söylüyor, çünkü; “yargı”nın “Türk Milleti Adına” verdiği kararlarda, “milletin katkısı” yok!..
Hem de, “hiçbir katkısı” yok!..
YARGI ELEŞTİRİLİYOR, çüNKü!
İşte, “bu pencere”den bakınca, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın dün yaptığı konuşmanın “bir bölümü”ne katılmak mümkün değil!..
Sayın Kılıç, şunları söylemiş:
“Anayasa Mahkemesi’ne intikal etmiş davalarla ilgili olarak gerek ulusal gerekse uluslararası çevrelerce mahkemeyi yönlendirme, etkileme ve baskı altında tutma girişimleri büyük bir üzüntüyle takip edilmektedir.
Mahkeme üyelerinin verdikleri oylar gözetilerek görsel ve yazılı basında hangi cumhurbaşkanının kimi seçtiği ve nasıl oy kullandıkları biçimindeki kategorik değerlendirmeler, yargıçların kendilerini koruma içgüdülerini harekete geçirerek vicdani kanaatlerini saptırmaya yönelik ağır bir saldırı niteliğindedir.
Mahkeme üyelerinin görüntülerinin her dakika televizyon ekranlarından gösterilmesi, haber ya da açık oturumlarda isim verilerek hedef haline getirilmesi yaşanmış elim olaylardan ders çıkarmayanları sorumluluktan kurtaramayacaktır.
Yapılanları izliyor ve farkındayız, haber vermekle yorum yapmayı birbirine karıştıran, bireyin değerlendirme hakkını elinden alarak onu şartlandıran ve insan onurunu hiçe sayan bir yayın anlayışının çağdaş dünyada örneği bulunmamaktadır.”
“Konuşmanın bütünü” elbette olumlu... Ancak, şu da bir gerçek: Bazı yargıçlar, “kimin tarafından atandılar” ise, “onun ideolojisi”ne bağlı kalıyorlar!..
Meselâ, Sezer tarafından atananların “Sezer’in ideolojisi”ne aykırı hareket ettikleri söylenebilir mi?..
Ya da, Mehmet Moğultay’ın “RP’ye ve MHP’ye vermeyip kendi yoldaşlarından” atadığı “5 bin hakim ve savcı”nın, “solcular aleyhinde” karar vermesi mümkün mü?!?..
Bu tür “kategorik değerlendirme”ler elbette yapılacak!..
“Solcu, Marksist ve ateist ideoloji”, devlete sızmayı “yargı kanalı”ndan sürdürdüğü sürece!..
HİSSEDİLEN KORKULARLA PARTİ KAPATILIYOR!
Sayın Haşim Kılıç’ın şu sözünü de çok yadırgadım:
- “Gücü elinde bulunduranlar, karşı düşüncedekilerin güvensizliğini ve korkularını ortadan kaldıracak çözümleri üretmediği sürece bu çatlak derinleşecektir.”
- “Hissedilen korkular, gözardı edilemez. Yaşanan hayat tarzlarının ideoloji haline geldiği bir dünyada duyulan güvensizlik ve korkular, acilen değerlendirmeye alınmalıdır. Aksi halde her şeyin rejim sorunu haline getirildiği ülkemizde birlikte yaşama koşulları daha ağırlaşacaktır.”
Malûm; “söz” kadar, “kime söylendiği” de önemlidir... Sayın Haşim Kılıç, “gücü elinde bulunduranlar” olarak AK Parti’yi kastetmiş ve onlara “Hissedilen korkuları gözardı etmeyin” çağrısı yapıyorsa; bu, bir “haksızlık”tır!..
çünkü, Türkiye’de “azgın azınlık”ların değil, “makul çoğunluk”un korkusu vardır!.. Hem de; “hissedilen” değil, “iliklere kadar yaşanan” bir korku!..
AK Parti’nin yapmaya çalıştığı da, “yaşanan korku”yu gidermek ve “özgürlüğün önünü açmak”tı!..
Gelin görün ki;
Bunların abarttığı ve giderek köpürttüğü “korku”lar, bazıları tarafından “hissedildi” ve anında “çoğunluk” hakkında kapatma dâvâsı açıldı!..
Ama, “Türk Milleti’nin çoğunluğu” tarafından “yaşanan korku”lar hiç dikkate alınmadı!.. Alanlar da “susturulmaya” çalışılıyor!..
Niye?.. Bazıları korku “hissediyor” diye!!!..
MECLİS VE YENİ ANAYASA
Taa en başta söyledim... Sayın Haşim Kılıç’ın “hukuk manifestosu” olarak değerlendirilecek sözlerinin tamamına katılmak mümkün değil. Ama bu konuşma, “genel olarak” ele alındığında gerçekten “ders” olarak okutulacak kadar güzeldi.
İşte o güzelliklerden birkaç demet:
- “Hukuk dışı yollardan güç alarak, rejimi ya da ülkeyi kurtarma girişimlerinin, ülkenin batışını hızlandırmaktan başka işe yaramayacağı bilinmelidir.”
- “Bugün sorunları çözmek için harcanması gereken çabadan daha çok, sanki çözülmemesi için büyük çaba sarfediyoruz. Sorunlar ötelenmekte, gerginlik tırmandırılmaktadır.”
- “önceki nesillerden devraldığımız medeniyeti, kültürü ve geleneği yıkıcı ve olumsuz unsurlardan arındırılmış bir şekilde gelecek kuşaklara devretmek hepimizin ortak görevidir. Unutmayalım ki tek bir Türkiye var!”
- “Gün, ayrılıkları öne çıkarma, toplumsal ve siyasal kutuplaşmaları körükleme günü değildir. Gün, farklılıklarımızı zenginlik kabul edip, bir arada refah ve özgürlük içinde yaşamak için elimizden geleni yapma günüdür.”
Sayın Kılıç’ın, “birlik ve beraberliğe vurgu” yapan bu sözleri elbette önemli!.. Ama ilk defa “Meclis temsilcileri”nden söz etmesi, çok daha önemli.
“Modern demokrasilerde; parlamento, şu ya da bu ölçüde anayasa mahkemelerinin üye oluşumuna katılmaktadır.
1961 Anayasası’nda bile Anayasa Mahkemesi üyelerinin 3’te 1’inin yasama organı tarafından seçilmesi benimsenmişti.
Mevcut anayasamız, dönemin şartlarına ve siyasal kurumlarına bir tepki olarak, Anayasa Mahkemesi’ne parlamentonun üye seçmesine kapıları tamamen kapatmıştır. Bugün gelinen noktada, anayasa yargısı ile yasama organı ilişkilerindeki bu güvensizliğin ortadan kaldırılması için egemenlik yetkisi kullanan anayasa yargısının, ulus iradesiyle bağlantısının kurulması gerekliliği açıktır.”
Sayın Haşim Kılıç’ın, bunun gibi, “altı çizilecek önem”de daha başka sözleri de var... Meselâ “Yeni Anayasa” istemesi, meselâ “darbeci”leri hedef alan “Hukuk dışı yollara tevessül etmeyin” uyarısı gibi!..
Bunların hepsini ele almak mümkün değil... Fırsat olursa, önümüzdeki günlerde ele alırız inşallah!..
Ama, şunu söylemeden geçemeyeceğim:
“İlk defa” bir Anayasa Mahkemesi Başkanı, “millet”in ve “millî değerler”in önemini vurguladı!..
Uzun lafın kısası;
Dün o salonda “Yargıtay Başsavcısı” da olmalıydı... Olmalı ve sayın Haşim Kılıç’ın; “Hukuka ve onu uygulamakla görevli yargı organlarına güvenin azalması, demokratik hukuk devletinde sonun başlangıcıdır... Farklı düşüncelerin ifade edilmesinin yasaklanarak, tarihsel, toplumsal ve siyasal olaylarda tek doğrunun varlığını savunmak, demokrasinin birlikte yaşamayacağı tabular yaratmaktan öte sonuç doğurmayacaktır” şeklindeki sözlerini, duymalıydı...
Ama Başsavcı Yalçınkaya, dün o salonda yoktu!..
-------------
Keşke!
“Aldığı oyun yüksekliği”nden şikâyet eden bir “politikacı” olur mu?.. “Keşke yüzde 47 oy almayıp da, daha az oy alsak ve daha az milletvekili çıkarsaydık!” diyen bir “partili” olur mu?..
Olmaz... Daha doğrusu; “iktidara gelmek” istemeyen “Baykal’ın harici”nde hiçbir partili böyle konuşmaz!.. Ama, konuşan biri var ve o maalesef AK Partili bir milletvekili!..
Adı, Vahit Erdem... AK Parti Kırıkkale milletvekili... Aynen bunları söylemiş!.. “Keşke” demiş; “Keşke yüzde 47 oy almasaydık!.. Keşke, türban konusunda Anayasa değişikliği yapmasaydık!.. Keşke, keşke, keşke!..”
Böyle insanlar niye “aday” gösterilir ve millet, bunlara niye “oy” verir, anlayamıyorum!..
Bunlar, “bulunmaz Hint kumaşları” mıdır?.. “Maharet”leri nedir, “beceri”leri nedir?
Merak ediyorum; “bağımsız” olsa veya “başka parti”den olsaydı, seçilip de Meclis’e gelebilir miydi Vahit Erdem?..
Turgut özal olmasaydı, Tayyip Erdoğan olmasaydı, kim tanır, kim takardı Vahit Erdem’i?..
Tayyip Bey, onu “keşke” aday yapmasaydı!!!


Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi