Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Geçen hafta neler oldu... Kimler, ne dedi?

Geçen hafta neler oldu... Kimler, ne dedi?

Geçen haftanın öne çıkan en önemli olayı, şüphesiz ki “Mısır’daki halk ayaklanması” idi... Milyonlarca insan sokaklara dökülmüş, “oyun bitti” diye haykırıyordu... “Git” diyorlardı Mübarek’e; “Bir an önce git!”
O gidinceye kadar da “meydanı terk etmeyeceklerini” söylüyorlardı... Ne var ki; dünyadan gelen “çekil” baskılarına rağmen, Mübarek gitmemekte direniyordu.
Tam 30 yıldır, ülkeyi “baskı, yasak ve dayatma”larla, yani “despotça” yöneten, bu yüzden de “Mısır’ın son Firavunu” olmayı fazlasıyla hak eden Mübarek, eğer bıraksalar, bir 30 yıl daha yönetecek ülkeyi!..
“Halk direnişi”ne direniyor!..
Akit, halk ayaklanmasının 11. gününde atılan sloganları, Cumartesi günkü manşetine şöyle taşıdı:
“Direnme, git!”
Bir gün önce de, yani Cuma günkü “dev gösteri”nin yapılacağı gün de, “Firavun’un son günü” başlığını kullanmıştık.
Ama, direndi Firavun!..
Hâlâ gitmiyor!..
BATI’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ!
Mübarek’in, “direnişe direnme”sinin arkasında; elbette “ABD’nin pozisyon belirleyememesi”nin ve “Avrupa’nın destek vermesi”nin büyük rolü var...
Düşünebiliyor musunuz;
Hemen her yıl “insan hakları ihlâlleri raporları” hazırlayan, “demokrasi”yi dillerinden düşürmeyen ABD ve Batı, “despotça” bir yöntem sergileyen, halkına zulmeden, “muhalif”lerini hapislerde çürüten Hüsnü Mübarek gibi bir “diktatör”e, dolaylı destek veriyor, ona sahip çıkıyor!..
Bu, elbette yaman bir çelişki!.. Hem “demokrasi” diyeceksin, hem de “diktatör”e destek vereceksin, olacak şey mi?..
Ama, oluyor işte!..
Çünkü Mübarek, ABD ve Batı’nın elinde bir “kukla”dan farksız!.. İstedikleri gibi oynatıyorlar onu!.. İstediklerini yaptırıyorlar!..
Mübarek, hem “ABD ve Batı’nın çıkarları” için gerekli, hem de “İsrail’in güvenliği”ni sağlamak için!..
Onlar da biliyorlar ki;
Mübarek yıkılır ise, “halkın içinden” çıkacak bir lider “ABD ve Batı’nın kuklası” olmayacaktır!. Böyle bir lider, “ABD ve Batı’nın çıkarları”nı değil, “Mısır’ın çıkarları”nı ön plâna alacaktır!..
O halde, Mübarek gitmesin!..
Arkasında “ABD ve Batı’nın desteği”ni gören Mübarek de, direniyor işte!..
Gitmiyor!..
Ancak, er veya geç, gidecek!..
Kırgızistan’da Asker Akayev’in, Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali’nin gittiği gibi, o da gidecek!..
ERDOĞAN’DAN “ÇEKİL” ÇAĞRISI!
“Kırgızistan” dedik de... Malûmlarınız olduğu üzre, geçen hafta Salı ve Çarşamba günleri, Başbakan Tayyip Erdoğan’la birlikte Kırgızistan’daydık.
Erdoğan, gerek hareketinden önce, gerek Kırgızistan’da bizlerle yaptığı sohbet toplantısında, özellikle Mübarek hakkında “çok önemli açıklamalar” yaptı...
Özetle, dedi ki;
“Tarihte baskıyla, sindirmeyle, korkutmayla ayakta kalmayı başaran hiçbir yönetim yoktur. Er ya da geç insanlık onuru ve haysiyeti bütün zincirleri kırmış, duvarları yıkmış, mazlumun ahı aheste de olsa çıkmıştır. Bu yüzden hak ve özgürlüklere hiçbir yönetim kayıtsız kalamaz.
Halka gözünü, gönlünü, kulağını kapatan yönetimler uzun ömürlü olamazlar. Halkın hiçbir çağrısı karşılıksız kalmaz. Halka rağmen hiçbir iktidar ayakta duramaz. Devlet halk içindir, halkın varlığıyla iradesiyle anlam kazanır.
Halkın haykırışına, son derece insani taleplerine kulak verin. Halktan gelen değişim arzusunu hiç tereddüt etmeden karşılayın. İstismarcıların, kirli odakların, Mısır üzerine karanlık senaryoları olan kesimlerin inisiyatif almasına fırsat vermeden; Mısır'ın huzuru, güvenliği, istikrarı adına önce siz adım atın. Halkı tatmin edecek adımlar atın.”
Erdoğan, açıkça diyordu ki;
“Bir an önce çekil!”
Öyle ya;
“Halka rağmen iktidarda kalınamaz!”
Bakalım;
Mübarek, daha ne kadar kalabilecek?..
“BAŞKANLIK TARTIŞILMALI”
Tayyip Erdoğan’dan söz açmışken; Kırgızistan Başbakanı Almazbek Atambayev’in, Erdoğan’a “Tayyip Abi” diye hitap etmesi, Erdoğan’a duyduğu sevgiyi; “Siz geleceksiniz diye mutluluktan uyuyamadım” şeklinde ifade etmesi, herhalde hafızalara kazınacaktır.
Erdoğan’ın Kırgızistan’da iken; “Yargı... Başkanlık Sistemi ve Kıbrıs” konularında sarfettiği sözler de, gündeme damgasını vurdu.
Bu sözler, hâlâ tartışılıyor.
“Başkanlık” konusunda özetle dedi ki;
“Başkanlık sistemini, parlamentoyu dışlayan bir sistem olarak görmüyorum. Bu konu tartışılsın istiyorum... Başkanın her dediği olacak diye bir şey yok. Aksine ikili parlamento var... Hem Temsilciler Meclisi, hem Senato’dan geçecek... Mesela başkan harcamaları Senato’dan geçiyor. Biz ise bütçe Meclis’ten geçerken izin alıyoruz, sonra bir daha parlamentoya uğramıyoruz.”
KIBRIS’A SERT UYARI!
Erdoğan’ın “Kıbrıs’taki protesto gösterileri” üzerine söylediği sözler de büyük yankı yaptı...
Başbakan, özetle dedi ki;
“Kuzey Kıbrıs'ta son günlerde provokatif eylemler var. Güney'le beraber yapıyorlar... Sonuncusu 28 Ocak’ta yapıldı.
Bize defol diyorlar.
Yönetimin duyarsızlığı var.
Cumhurbaşkanından başbakana kadar yönetimin tavrını açık ve net koyması lazım. Türkiye'ye karşı böyle bir eyleme hakları yok.
En düşük memurları 10 bin liraya yakın para alıyor.
Benim başbakanlık müsteşarımın aldığı 5 milyar küsur...
Beyefendi 10 bin lira alıyor, bir de bu eylemi yapıyor utanmadan.
Üstelik yılda 13 maaş alıyorlar.
'Türkiye buradan çek git' diyor.
Sen kimsin be adam.”
İşte bu sözler, “duyarlı” kesimler tarafından büyük takdir gördü...
İktidarın “evet” dediği her şeye “hayır” diyen CHP ve onun zihniyetindeki partiler ise, “talihsizlik” olarak nitelendirdi!..
Peki; Türkiye’ye “defol” diyenlere, KKTC’ye giden Türk turistleri “hırsız” diye itham edenlere, Ada’daki Türk askerini “işgalci” olarak görenlere, Türkiye bir tavır almayıp, sineye mi çekmeli?..
Erdoğan, bu “densiz” ve “küstah”lara “sessiz” kalsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki; bu defa da şöyle diyeceklerdi: “O hakaretleri niye sineye çektin?”
Adları “muhalefet” ya!..
İllâ bir “kulp” takacaklar!..
Ürettikleri “politika” işte bu!..
Ruhsuzluğun adı, “politika” olmuş!..
Yazık... Çok yazık!..
Oysa; “onurlu, haysiyetli, şahsiyetli ve şerefli” bir insan; “kendi parasıyla, kendine hakaret ettirmez!”
Erdoğan’ın yaptığı budur!..
YARGI HANTAL VE ÇAĞDIŞI!
Geçen haftanın en önemli gündem maddelerinden biri de, şüphesiz ki Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “manifesto” niteliğindeki “çıkış”ıydı...
Anayasa Mahkemesi Üyeliği’ne seçilen Prof. Dr. Erdal Tercan’ın yemin töreninde konuşan Haşim Kılıç; yargıdaki reformlara karşı çıkan yüksek yargı mensuplarını eleştirerek, “Her çözüm önerisini” ‘kaos çıkar’ diyerek peşinen reddetme alışkanlığından vazgeçilmeli. Çağdışı yargı ile geleceğe yürümek imkânsız” dedi.
Yüksek yargının özeleştiri yapması gerektiğine işaret eden Kılıç dedi ki; “Tıkanmış, hantal, işlemeyen, çağdışı bir yargı sistemiyle geleceğe umutla yürümenin imkânı kalmamıştır. Adına karar verilen millet, çözüm bekliyor.”
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı getirilmesini “AYM süper temyiz mahkemesi olacak” diye eleştiren Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’e de cevap veren AYM Başkanı Kılıç, “Bu nitelendirme bilgi eksikliğinden kaynaklanmıyorsa, bireysel başvuru yolunu etkisiz ve sonuçsuz bırakma gayretinin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir” diye konuştu.
Kılıç’ın bu sözlerini, Çarşamba günkü Akit’in manşetinde “Yargı çağdışı kaldı” başlığıyla verdik ki; bu, Kılıç’ın hakkıydı...
DEFNE’NİN ÖLÜMÜ VE KAMPANYA
“İç politika”daki ve “dış politika”daki önemli gelişmeleri neredeyse gölgede bırakan bir olay daha yaşadık geçen hafta... Bu olay; “Dizi oyuncusu, Tv sunucusu ve dans yarışmacısı” olarak öne çıkan Defne Joy Foster adlı kadının “ibretlik ölüm”üydü...
Defne Joy Foster, her şey bir yana da; “kendi evinde” değil, gittiği “eğlence mekânı”nda “ilk defa tanıştığı” bir erkeğin, evet Kerem Altan’ın evinde öldü!..
Eğlence dönüşü “kendi evine” gitmesi, “2 yaşındaki çocuğunu koynuna alması” gereken bir kadın; herhalde “alkol belâsı”nın da tesiriyle, “başka bir erkeğin evine” gidiyor ve orada ölüyor!.. Kerem Altan’ın ifadesiyle, ölmeden önce “duygusal ilişki”(!) yaşamaları da cabası!..
Medya, anında ikiye bölündü...
Yazarımız Serdar Arseven ve Sabah yazarı Hıncal Uluç gibiler; şöyle yazdılar:
“Gönül ferman dinlemez tamam ama, 18 aylık bebeği olan evli genç kadın da, daha o gece tanıştığı erkeğin evine koşmaz..
Bunu bana kimse kabul ettiremez. Ben mahalle baskısından da korkmam. Kafamı kesseler düşündüğümü söylerim..
Defne boşanma kararı almış mı?.
Mahkemeye baş vurmuş mu?.
Evini ayırmış mı?.
Ayrı mı yaşıyor eşinden, bebeğinden..
Bilmiyorum.. O konuda satır okumadım, ne öncesinde magazin sayfalarında. Ne de ölümü sonrası haberlerde ve yorumlarda..
Yani..
Ortada çok açık, çok seçik bir "İhanet" var.. Hem de aşk aldatması bile değil. Bir gecelik macera/ One night stand için, aldatılan bir koca ve unutulan bir bebek..
Ölmüş.. Allah rahmet eylesin..
Ama böyle bir insana, öldü diye saygı duymamı kimse benden beklemesin..
Kimse de, onu Azize ilan ederek, gençliğin önüne "Rol model" diye koymaya kalkmasın..”
Buna karşılık, birçok yazar da; Serdar Arseven ve Hıncal Uluç’a yönelik, tam bir “linç kampanyası” başlattılar.
Dediler ki;
“Size ne?.. Siz herkesin namus bekçisi misiniz?.. Su testisi; su yolunda değil, sizin kafanızda kırılsın!”
Öyle bir “linç kampanyası” ki;
Sanki Defne Joy Foster’ın yaptığı şey “meşru”dur, Serdar Arseven ve Hıncal Uluç ise “suçlu”dur!..
“At izinin, it izine karıştığı” bir ülkede, “ahlâk” kavramı ile “ahlâksızlık” birbirine karışmış, “ihanet”ler bile “meşru” görülür olmuş ya, varın, gerisini siz düşünün!..
Bu gidişle; bu ülkede ne “aile” kavramı kalır, ne de “eşe sadakat!”
Yazık!.. Çok yazık!..
“Başkasının yatağında ölen” bir kadın, hâşâ “melek” gösteriliyorsa, işte burada, artık söz bitmiştir!.. Burası, “ahlâkın sükût ettiği” yerdir!..
Aklımıza mukayyet ol Allah’ım!..
Selâm ve saygılarımızla...


Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi