Ehl-i tahkik olmak

Ehl-i tahkik olmak

Risale-i Nur hizmetinin son derece önemli bir özelliği de “tahkik mesleği” olması. Genelde “teslim”e dayalı olduğu düşünülen imanı dahi tahkik temeline bina etmiş olması, bunun en açık ifade ve tezahürlerinden biri.
Bu yaklaşımın en büyük dayanağı, 100. yılını idrak ettiğimiz Hutbe-i Şamiye’de belirtildiği gibi, Kur’ân’ın birçok âyetinde bizi akla havale ederek; “Aklına bak; fikrine, kalbine müracaat et; meşveret et, onunla görüş ki hakikati bulasın; neden bakmıyorsunuz; ibret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz” diye ihtar etmesi.
Şu halde, kendimizden başlayarak etrafımıza, hayata, eşyaya, varlık âlemine, hadiselere bu nazarla, hakikati bulma saikiyle bakmamız lâzım.
Bu bakıştaki rehberimiz ise Kur’ân ve onun çağımızdaki tefsiri olan Risale-i Nur olmalı. Eserlerin “gazete gibi” değil, “dikkat ve tefekkürle” okunmasının tavsiye edilmesi de yine tahkik mesleğinin kaçınılmaz, zarurî icaplarından biri.
“Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin” (Mektubat, s. 429) diyen Üstad, Nur talebelerine bu yüzde seksenin dışına çıkıp ehl-i tahkik olma dersi de vermiş oluyor.
Ve ardından, tahkik ehli olmayanların en önemli zaaflarından birini şöyle ifade ediyor:
“Surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemet (güvenilen) insanlardan işittikleri mesaili (meseleleri) takliden kabul ederler.” (a.g.e.)
Halbuki söylenen bir söz, kime ait olduğu kadar, ne olduğu, yani içeriği; ne zaman, kime ve ne makamda söylendiği gibi kriterler açısından da enine boyuna tetkik ve tahkik edildikten sonra, her yönüyle tatminkâr bulunduysa benimsenip kabul edilmeli; aksi takdirde ya reddedilmeli ya da mesafeli bir yaklaşım ortaya konulmalı.
Sadece söyleyen kişinin “itimada şayan” görülmesi, sözün kabulü için yeterli sayılmamalı.
Çünkü onun da istemeden dahi olsa yanılmış veya yanıltılmış olması, meramını tam olarak anlatamaması, eksik veya yanlış bir aktarımda bulunması, farklı zaman ve bağlamlar için geçerli olan bir hususu, değişik özellikteki bir hususa tatbik etmesi gibi sebepler söz konusu olabilir. Bu yüzden, bilhassa tereddüt yaşanan konularda söylenen sözlerin mutlaka en azından “double check,” yani çifte kontrol süzgeçlerinden geçirilip, doğruluğundan tam emin olunduktan sonra muameleye tâbi tutulması gerekir.
Nitekim Üstad kendi sözlerinin dahi sıkı bir tahkikten geçirilmesi tavsiyesinde bulunuyor.
“Hiçbir müfsid, ‘Ben müfsidim’ demez, daima suret-i haktan görünür, yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor” dedikten sonra devam ediyor:
“Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız; bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız; bana reddediniz, gönderiniz.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, s. 230)
“Çok silik söz”ün çok daha geniş ölçekte ortalıkta gezindiği; cerbeze ve demagojilerle doğruların yanlış, yanlışların doğru gösterilmeye çalışıldığı; çok vahim yanlışların, genel kabul görmüş doğruların arasına sokuşturularak yutturulmak istendiği; gösterişli ve cafcaflı sunumlarla doğruları gizleyerek yanıltılan zihinlerin eksen ve odak kaymalarıyla saptırılabildiği karmaşık bir ortamda, ehl-i tahkik olmanın gereği olan âzamî dikkat ve teyakkuzun çok daha önemli hale geldiğini hiçbir zaman unutmamalıyız.
Hüsn-ü zanna evet, ama—aşırı bir evham ve kuşkuya dönüştürmemek kaydıyla—adem-i itimadı da elden bırakmayıp, her halükârda tahkik mesleğinin icabı olan teyakkuz halinde kalarak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi