30 gün kala

30 gün kala

Seçime bir ay kaldı. Siyasî partiler ve bağımsız bloklar seçim beyannamelerini açıklayıp adaylarını tanıttılar ve kampanyalarını başlattılar. Meydan mitingleri sürüyor. TV’lerdeki reklâm kampanyaları da devam ediyor.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu seçim yarışı yine “haksız rekabet”e dayalı olarak cereyan ediyor. Meclisteki üç parti cömert hazine yardımlarıyla kasalarını doldurmuş olmanın verdiği “rahatlık”la kampanyalarını sürdürürken, diğer 12 parti kendi imkânlarıyla yarışıyor.
Keza bağımsızlar da aynı şekilde.
Bu durum, medyadaki yayınlara da yansıyor. Haber, yorum ve anketler esas itibarıyla ve ağırlıklı olarak üç parti ekseninde şekillenirken, baraj yüzünden parti olarak değil de yine bağımsız adaylarla seçime girecek olan BDP ise “nev-i şahsına münhasır” niteliği ile odağında yer alıp, provokatif söylem ve eylemleriyle de tetiklediği gerilimler sayesinde bu tablodaki yerini alıyor.
2007 seçiminden çıkan bu dörtlü yapı, aradan geçen dört yıl içinde Türkiye’nin hangi derdine derman olabildi; doğrusu çok iyi tahlil edilmesi ve enine boyuna sorgulanması gereken bir konu.
Bu dört yılda ne yeni anayasa projesi sonuçlandırılabildi, ne de iktidarın “millî birlik ve kardeşlik projesi” diye adlandırdığı “açılım” paketi...
AB reformlarında da yeni bir adım atılmadı.
Geçen yıl halkın yüzde 58 evet oyu ile kabul edilen mini paketle idare etmek zorunda kaldık.
Bu evet oylarının çoğu da “Yetmez, ama...” düşüncesiyle ve paketin, topyekûn bir anayasa reformunun önünü açması beklentisiyle verildi.
Ama referandumdan hemen sonra gündeme getirilen ve anamuhalefetin de sahip çıktığı bu beklentiye hükümetin verdiği cevap, “Seçimden sonra” oldu. Bu durumda, hiç değilse kampanyaların ana temasının yeni anayasa olması gerekir ve beklenirken, şimdiye kadar o da olmadı.
Liderler arasında karşılıklı polemik ve atışmalar şeklinde devam eden gergin ve öfkeli konuşmalarda yeni anayasa üzerine ifade edilmiş seviyeli fikir beyanlarının esamesi bile okunmuyor.
Seçim beyannamelerinde de konuyla ilgili olarak dişe dokunur birşey bulmak mümkün değil.
Buna karşılık, seçim sürecinin şu âna kadarki kesitinden hatırda kalanlar birkaç konuyla sınırlı.
Bunlardan biri, Erdoğan’la Kılıçdaroğlu arasındaki “Allah” polemiği. Bir taraftan mütedeyyin kitlelerin partisine soğuk bakışını izale etmek için yoğun çaba sarf eden CHP liderinin, bu gayretleri boşa çıkarma riski çok yüksek özensiz söylemleri AKP liderine de iyi bir malzeme oldu.
Erdoğan’ın “Allah kuruşu” lâfını hatırlatmaya dayalı misilleme girişimi ise fazla etkili olmadı.
Ama sonuç olarak bu polemiğin AKP’ye de ek bir getiri sağlaması pek muhtemel görünmüyor.
İz bırakan bir diğer konu, ÖSYM odaklı olarak devam eden sınav tartışmaları. Bunlar özellikle genç seçmenlerin yapacağı tercihlerde AKP için olumsuz sonuçlar doğurabilir mi, göreceğiz.
Bir tırmanıp bir yatışan BDP eksenli gerilimler zinciri de özel bir kategori oluştururken, bir başka gelişme, MHP’yi sarsan kaset skandalları.
Şimdilik göründüğü kadarıyla Bahçeli’nin yakın çevresini hedef alan ve sonuca da ulaşan bu kaset operasyonlarında MHP’yi baraj altında bıraktırıp, 22 Temmuz öncesindeki gibi yine iki partili bir Meclis oluşturulması mı amaçlanıyor?
Bir kez daha bağımsız adaylarla parlamentoya girmesi muhtemel olan BDP’nin genel dengeleri etkilemesine izin verilmeyecek şekilde varlığına yeşil ışık yakılırken, temel yapının yeniden AKP-CHP denkleminde dizaynı mı öngörülmekte?
Erdoğan’ın evvelce iki partiye dayalı bir sisteme vurgu yapan sözler söylediğini hatırlıyoruz.
Vaktiyle Özal da benzer ifadeler kullanmış; iki veya iki buçuk partinin kalacağından söz etmiş ve bu iki partiden birini ANAP olarak düşünmüştü. Ve şimdi ANAP’ın yerinde yeller esiyor.
Peki, ANAP’la yapılamayan AKP ile başarılabilir mi? En iyi müfessir olan zaman gösterecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi