Kilisede...

Kilisede...

-Ne işin var kilisede, diyeceksiniz... Anlatayım.

Yurtdışı gezilerinde, eğer zaman ve zemin müsaitse ahalinin ibâdet ettiği yer ziyaretini ihmâl etmemeye çalışıyorum; bunun iki sebebi var: İlki ilâhiyata dair bir merak. Nasıl ibadet ediyorlar, hangi ritüellere uyuyorlar vesaire. İkincisi sanat tarihi ve mimarlık merakı. Binanın üslubu, yapılış tarzı, bölümleri, kaç yaşında olduğu vesaire...

Zihnimi şöyle yokluyorum, gittiğim her yerde ibâdethane ziyaret etmişim. Petersburg'da bir meydanın orta yerindeki devâsâ gümüş kaplama kapılı Ortodoks kilisesi meselâ; ardından -galiba Moskova'da- Müslümanların uğrak yeri, kara taşlarla inşa edilmiş bir Tatar camii. Almanya'da -Heidelberg miydi?- bir Protestan Kilisesi'nde sabah âyinine ucu ucuna şahit oluşumuz. Avusturya'nın Salzburg'unda yine bir Pazar âyini esnasında koronun icra ettiği dini müziği dinleyişimiz. New York'un Manhattan adasının ortasındaki gotik kilise. Gürcistan'ın Batum şehrinde adını hatırlayamayacağım Kilise'de birbirinden güzel genç kızların aziz tablolarını sırayla ziyaret ederek önlerinde istavroz çıkarması.

Bitmedi, daha Suriye'de Şam civarındaki kadim Hıristiyan Kiliseleri'ni ziyaretimiz var ki, iki gün boyunca kilise gezip günnük dumanı koklamaktan bir hâl olmuştuk; kezâ Venedik'te San Marco Meydanı'ndaki gösterişli kiliseye ziyaretimize kapıdaki görevli, "âyin var" gerekçesiyle izin vermemişti ve zaten birkaç saate sıkışan hızlı Venedik turunu alelacele tamamlamıştık.

Gelelim Türkiye'deki kiliselere. Hatırladığım ilk mekân, bundan 25 sene önce Sivas'ın Tavra deresi içinde, yarısı kayaların içinde kalmış tarihi kilisedir. Eli yüzü düzgün görünmesine rağmen askeri bölgede kaldığı için askeri malzeme deposu olarak kullanılması hüzün vericiydi. Aynı yıllarda Merzifon'a gittiğimde, kaldığım otelin penceresinden görünen ilginç çatılı binanın eskiden kilise iken şimdilerde sinema salonu olarak kültüre hizmet verdiğini (!) öğrenince de üzülmüştüm.

Anadolu'da nasılsa ayakta kalan Hıristiyan mâbedlerine pek iyi davranmamıştık galiba! Hazin bir fasl-ı diğerdir...

Mardin'deki Deyr'üz-Zâferan Manastırı ve bitişiğindeki Süryani Kadîm Kilisesi'ni ziyaretim daha dün gibi. İstanbul'da ise İstiklâl Caddesi'ndeki Saint Antuan Kilisesi'ne yine merak ile şöyle bir uğramışlığım var; Balat'taki Rum Ortodoks Patrikliği külliyesi içindeki kiliseyi de bu listeye katabilirim ama en yakından ve uzun gözlemim bu yıl içinde gerçekleşti: İlkinde Sivas'tan hemşehrim Kirkor Elmas'ın cenaze merasimine katılmak için Üsküdar'daki Surp Haç Ermeni Kilisesi'nde hazır bulundum. Kirkor Elmas, aslen Sivas'ta baba mesleği aktarlıkla iştigal ederken sonraları plakçılığa geçip ardından İstanbul'a göçmüş ama birkaç yıl önce memleket hasretine dayanamayarak dönüp tekrar memleketine yerleşmiş değerli, hatırnaz bir insandı. Ölümünü haber alınca cenazesine iştiraki bir insanlık ve hemşehrilik görevi bildim.

Bir hafta önce yine bir cenaze töreni münasebetiyle bu defa Feriköy'deki Surp Vartanans Ermeni Kilisesi'ndeki cenaze merasimine katıldım. Sivas Lisesi'nde aynı yıllarda okuduğumuz Mimar Payel Güllüdere'nin annesi Anna Hanım vefat etmişti. Usta bir hanım terzisi olan Anna Güllüdere'nin, genç kızlığında hemen aynı yaşlardaki rahmetli anneme de elbise diktiğini duymuştum.

Hıristiyan Ermenilerin cenaze törenleri kilise içinde yapılıyor. Tabut, mihraba uzanan ana koridorun ortasına konulduktan sonra sol yana hanımlar, sağ ön kısımda aile yakınları ve sağ arka tarafta erkekler yerlerini alıyor. Daha sonra dini kıyafetleri içinde din görevlileri takriben yarım saat süren bir âyin düzenliyorlar ve süre zarfında herkes ayakta bekliyor. Tören bittikten sonra erkekler cenaze ile mezarlığa giderken hanımlar, kilise bitişiğindeki çok maksatlı salonda toplanıp erkeklerin dönüşünü bekliyorlar.

Defin törenine katılmak için Balıklı'daki Hıristiyan Mezarlığı'na giderken bindiğimiz dolmuşta en şaşırdığım husus, içerde koyu bir Sivas ve Sivaslılık sohbetinin cereyan etmesi oldu: "Mıgırdıç emmi, çok hatırlı bir adamdı, bir gün beni yanına çekip dedi ki, yiğenim..." veya, "Rahmetli Tanaş usta'nın cenazesini hatırladın mı?" Sivas'ın şehir merkezinde konuşulan aksânın neredeyse kusursuz seslerini duyunca içimden gülümsedim.

Memleket başka bir şeydi galiba, her sene olmasa bile arayı çok uzatmadan "memleketleri"ne gidiyor, Kepenek suyundan -bulabilirlerse tabii- içiyor, ekmeğini yiyip birkaç ahbab ile ayaküstü çene çalıp yeniden İstanbul'daki hayatlarına dönüyorlardı.

Mezarlık dönüşü, başsağlığı verilen salonda, aynen kilisede olduğu gibi günnük buhurunun baskın kokusu hakimdi. Payel bana günnüğün sadece dini bir gelenekten ibaret olmadığını, nezle grip gibi sârî (yayılmacı) hastalıklara karşı ev içinde tütsü yapılmasının hayli etkili olduğunu anlattı. Tâziye toplantısında -Sivas usulü- az şekerli kahve, su ve bisküvit ikram edildi. Bu esnada yapılan anonsta birkaç gün sonra "Ölü canı" için pişirilecek helvanın yine aynı salonda dağıtılacağı haber verildi. Mevta'nın kırkında da yine benzer ritüellerin tekrar edildiğini öğrendim; bu gelenekler bizde de vardır.

Bir Müslüman'ın kilisedeki varlığı elbette yadırgatıcı bir durum. Mekân içinde çok sayıda tablonun, haç sembollerinin, aziz resimlerinin ve heykellerin varlığına bir de boğuk çan seslerini, günnük buhurunu, kara kukuleta ve harmaniye içinde Ermenice sözler mırıldanan papazların varlığını ekleyiniz; zihnimizde bu gibi sembol ve işaretler, kimbilir ta ne zamandan beri uzak durmamız gereken şeyler olarak yerleşip kalmıştır. Hele Ermenice'nin kulağımda Türkçe'nin tersinden okunuşunu hatırlatan sert ve telaffuzu zor tınısıyla uyanan irkilmeyi de buna ilave etmeliyim.

Bu törenden aklımda kalan en güzel unsur, zannımca önceden kaydedilmiş olduğunu sandığım, org refakatindeki dini ilâhi tegannîsindeki yüksek icra kalitesi oldu; en şaşırtıcı olanı ise papazların okuduğu ibare ve ilâhilerdeki müzikal yapının klasik, üstelik eni-konu klasik Türk musikisine yakınlığı idi: Elbette Nikoğos Ağa, Astik Ağa, Kemani Sebuh, Artaki Candan gibi bestekârların adını hiç duymayanlar için burada "yakınlık" kelimesi biraz yabancı kalıyor. Klasik Türk musikisi dediğimiz o büyük sanat mektebinin, ne kadar büyük bir ifade imkânı teşkil ettiğini biraz düşününce rahatlıkla farkedebiliyoruz.

Böyle bir yazı nasıl bağlanır; elbette "Lekum dinikum ve liye din" ile...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi