Aziz Üstel

Aziz Üstel

Siyah Beyaz filmlerde yaşayan İstanbul

Siyah Beyaz filmlerde yaşayan İstanbul

Gecenin bi saatinde, koltuğa yarı oturmuş yarı yatmış, televizyon kanallarında gezip duruyorum. Yavan, saçmasapan, anlamsız, laf olsun diye yapılmış programlar geçiyor gözümün önünden. Derken siyah beyaz bir filmde İstanbul görüntüleri çıkıyor karşıma...

Londra Asfaltı’nda, bir araba gidiyor. Başka ikinci bir araba yok.

Kamera iyice yaklaşınca anlıyorum bu bir Ford. Plakasını bile görüyorum, “İstanbul H...”yazıyor ama numarayı göremiyorum. “H”nin anlamı “hususi”, eğer “T” yazarsa plakada taksi demekmiş. Bunu da bilgisayardan öğrendim daha sonra.

Neyse, araba biraz sonra yolun kenarında duruyor. İçinden Ayhan Işık’la hiç tanımadığım esmer bi hatun çıkıyor. Arkalarını arabaya verip başlıyorlar konuşmaya. Filmin adını bilmiyorum ama Ford ‘56 ya da ‘57 model ve yepyeni gibi duruyor. Yani film 1960 yılından önce ya da 60 yılında çekilmiş. Ama 27 Mayıs’tan önce çünkü kamera pan yaparken elektrik direklerinin birinde asılı bir Demokrat Parti bayrağı var. Niye var? Bilmiyorum ama var işte. Konuşulan Türkçe de çok ağdalı. Ayhan Işık durup durup “müddeiumumi” diye birinden söz ediyor; yani savcıdan. Kadın da başını sallayıp ağlıyor gibi yapıyor.

Sonra arabaya biniyorlar ve birden Londra Asfaltı’ndan Erenköy’e geçiyoruz. Erenköy diyorum çünkü, kadın “Erenköy’deki köşkümüz, beybabamın ölümünden sonra pek bir ıssız kaldı...” diyor, Ayhan Işık’la birlikte arabadan inerken. Demir parmaklıklı bir kapının önünde duruyorlar. Kamera açılıyor. Dev, beyaz, ahşap bir köşk bu. Dev çamların arasında. Demir parmaklıklı kapının hemen önünde yol, sonra da deniz...

Derken eve giriyorlar, Kenan Pars çıkageliyor. Ayhan’a defolup gitmesini söylüyor; o da öyle yapıyor. Esmer kadın “baba” falan diye bir şeyler geveledikten sonra merdivenlerden yukarı fırlıyor...

Ayhan arabanın direksiyonunda İstiklal Caddesinde bu kez. Sadece tramvay geçiyor bir de damalı iki taksi. Başka hiçbir araba yok. Kamera kaldırımlarda yürüyenlere bakıyor Ayhan’ın gözünden. Onlar da dönüp kameraya bakıyor. Issız, terk edilmiş bir kent gibi İstanbul bu günle karşılaştırdığınızda.

Sonra Ayhan Boğaz’da, galiba da Emirgan’da çay içiyor. Çevresindeki masalarda takım elbiseli, kravatlı erkeklerle, saçları yeni kuaförden çıkmış, şık giyimli hanımlar var. Onlar da çay içiyor; simitle kaşar peyniri paylaşıyor. Oturdukları kahve midir, gazino mudur her neresiyse hemen yolun kenarında. Bu kez bir at arabası geçiyor; otomobil falan hak getire.

Filmin konusu nedir? Kim ne yapıyor, ne ediyor hiç önemli değil.

Oyunculuk diye de bir şey yok. Diyalogların arasına bol bol İstanbul görüntüleri serpiştirilmiş. Arabalı vapur, yarısı boş, içinde bir iki uzun burunlu, ta dedemden kalma kamyon, geçip gidiyor. Bütün tepeler korularla, ağaçlarla örtülü. Vapurun ardından martılar uçuşuyor. Ayhan’ın cıgarasından çıkan duman, yükseliyor, kamera anlamsızca gökyüzünü çekiyor, sonra “yoğurtçuuuu” diye bağıran bir adama kesiyor... Kargacık burgacık sokakların arasından geçiyor adam; yanında çocuklar koşuyor, lastik bir topu tekmeleye tekmeleye gidiyor... Ahşap, bi üfürsen yıkılacak, birbirine omuz vermiş, iki katlı, cumbalı evler var. Bunların birinin pencersinden bakan yaşlı bir kadın, Ayhan’ı görüyor. “Oğlum!” diye bir çığlık atıyor; kapıyı açıyor, Ayhan içeri giriyor.

Sevimsiz, tatsız tuzsuz, insanı sıkıntılara boğan, “burası neresi? Ne kötü yer!” dedirten İstanbul görüntüleri. Dünyanın en güzel kentlerinden birini bu biçimde çekmek özel yeteneksizlik istiyor.

Arabaya atlıyorum, ver elini Beyoğlu. Oooh be! Rengarenk, cıvıl cıvıl. Oturuyorum kahvelerden birine, sabahın bilmem kaçında, bir kahve söylüyorum, renklere dalıyorum, kafamdaki o siyah beyaz, soluk, yaşlı İstanbul’u kovuyorum...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Aziz Üstel Arşivi