27 Mayıs’tan 28 Şubat’a

27 Mayıs’tan 28 Şubat’a

Eski tüfek sosyalistlerden Abidin Nesimi, Adnan Menderes’i ayakta tutan en önemli gücün “500 bin Nur talebesi” olduğunu ifade etmişti. Bediüzzaman’ın da mektuplarında Nur talebelerini demokratlar için “manevî bir istinadgâh” olarak niteleyen beyanları mevcut.
Nesimi’nin tesbiti, bu beyanlarla örtüşüyor.
“Kur’ân, İslâmiyet, vatan ve millet namına, demokratların iktidarda kalmalarını temine çalışıyoruz” diyen Said Nursî, Nur talebelerinin yanı sıra diğer “ehl-i din”e de aynı çağrıda bulunuyor ve demokratlara yardımcı olmalarını istiyordu.
DP’nin bilhassa ilk yıllarında bu beraberlik mânâsı tahakkuk etti. Ve DP, ekseriyeti dindar olan halkın desteğiyle on sene boyunca iktidarda kaldı. Ama son dönemde bazı dindar gruplar sonunu düşünmeden Menderes’in aleyhine geçtiler.
Söz gelişi, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu dergisinde Menderes’i ve DP hükümetini yıpratmaya yönelik şiddetli yayınlar yaptı. Bu ve benzeri yayınlar, dindar halkın Menderes’e duyduğu sempatiyi azalttı. Ve bu da 27 Mayıs’a yaradı.
“Büyük Doğu ve Sebilürreşad’la dost ve kardeşiz, ama siyaset noktasında değil” diyerek önemli bir ayrımı ifade eden Said Nursî, son mektuplarından birinde Menderes’i “Halkçılar ırkçıları elde edip DP iktidarını devirebilir” diye uyardı.
Ve 23 Mart 1960’ta vefatından iki ay sonra gelen 27 Mayıs darbesi, maalesef bu uyarının gerçekleştiğini gösterdi. Halkçılar DP’yi devirmek için ırkçıları kullanıp, sonra onları da harcadılar.
Bediüzzaman “Eğer DP iktidardan düşse ya CHP veya MP iktidara gelecek” diyor; Halk Partisi iktidarının “komünist kuvvetine kol kanat geren” tahakkümcü ve dayatmacı zihniyetiyle büyük tehlike teşkil ettiğini, Millet Partisinin ise ırkçılık eksenli yaklaşımları ile bir etnik çatışma ortamını tetikleyebileceğini vurgularken, her iki durumu da “dehşetli tehlike” olarak niteliyordu.
Ve bu tehlikeleri bertaraf edebilecek olan siyasî güç, hürriyetçi ve millete hizmeti esas alan bir yaklaşımla ortaya çıkmış olan demokratlardı.
İşin bir diğer boyutu, Bediüzzaman’ın demokratlardan, “baskılara son verip özgürlük ortamı sağlamaları” dışında bir beklentisi olmamasıydı.
Gerçek şu ki, ehl-i dinin, yani dinî grupların, cemaatlerin, hizmet ekollerinin en çok rahat ettikleri ve hizmetlerini özgürce yapıp geliştirebildikleri dönemler, demokratların iktidarda olduğu zamanlardı. Nitekim ezan-ı Muhammedîye tek parti rejiminin gasp ettiği özgürlüğünü tekrar kazandıran DP iktidarında, din ve vicdan hürriyeti üzerindeki diğer baskılar da hafifledi; din eğitimi gelişti, dinî neşriyatın önü açıldı, dinî hizmetlerin önündeki engeller kalkmaya başladı.
Bu durum AP ve DYP iktidarlarında da devam etti. Sonradan ilâhiyat fakültelerine dönüşen yüksek İslâm enstitülerinin, imam-hatip okulları ile Kur’ân kurslarının tamamına yakını bu iktidarlar işbaşındayken açıldı. Buna ve genel anlamdaki özgürleşme sürecine bağlı olarak dinî hayat da bu dönemlerde gelişme imkânı buldu.
Buna mukabil, demokrat iktidarların döneminde elde edilen kazanımların önemli bir kısmı, 28 Şubat sürecinde, din adına ortaya çıkan bir siyasî hareketin iktidarı bahane edilerek elden çıktı. Ve bu kayıplar hâlâ telâfi edilmiş değil.
Yaygınlaşarak katmerlenen başörtüsü yasağı, imam hatiplerin orta kısımlarının kapatılması, liselerinden mezun olanlara diğer meslek liselilerle birlikte uygulanan katsayı engeli, Kur’ân eğitimine getirilen yaş sınırı, bunların en çok bilinip seslendirilenleri. Ama yol açtıkları mağduriyetlerin verdiği derin sıkıntılarla ters orantılı bir şekilde, garip bir suskunlukla geçiştirilmelerinin de mâkul bir izahını bulabilmek son derece zor.
Başörtüsü eylemleri, bazı merkezlerdeki inanç özgürlüğü platformlarının—ne yazık ki kanıksanan—periyodik buluşmaları dışında, artık bitti. Diğer konular—Diyanet’in Kur’ân eğitimiyle ilgili son çıkışı sayılmazsa—gündemde bile değil.
Demek ki, “dindarların iktidarı,” bu hususlardaki hassasiyetlerin de aşınmasına sebep oldu...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi