İstikrar sürsün, ama...

İstikrar sürsün, ama...

AKP’nin seçim kampanyasında öne çıkardığı ana mesaj, “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün.” Her tarafa asılan seçim afişlerinde, bilboard ve reklamlarda, Erdoğan’ın büyük bir fotoğrafıyla beraber bu cümle yer alıyor.
Hatırlayanlar olacaktır: Aynı AKP, 2002 seçimi öncesinde “değişim ve yenilik” mesajları vermişti.
Hattâ kurucu kadroları, esas itibarıyla Merve Kavakçı olayına bina edilen dâvâda kapatılan FP’nin SP’ye dönüşmesi sürecinde millî görüş çizgisinden ayrılıp yeni bir parti kurma işine soyunduklarında, “yenilikçiler” olarak anılıyorlardı.
3 Kasım 2002 seçiminde sandıktan çıkan sonuç da, başta AKP olmak üzere birçok çevre tarafından, halkın “eski ve köhne statükoya tepkisi” bağlamında yorumlanıp, toplumdaki değişim ve yenilenme talebinin ifadesi şeklinde değerlendirildi.
AKP iktidarının ilk yılları bu rüzgârla geçti.
AB sürecinin gereği olarak yapılan bir kısım demokratikleşme reformlarının hayata geçirilmesi de bu rüzgârı güçlendirip, iktidar partisine verilen kamuoyu desteğinin devamına katkı sağladı.
Ama iktidardaki sekiz buçukuncu yılın tamamlandığı noktada varılan yer, değişim ve yenilik mesajlarının yerini istikrar vurgusunun aldığı bir farklılaşmayı gösteriyor. Ve bu da, iktidar partisinin, eleştirerek ve değiştirme sözleri vererek bugünlere geldiği statüko ile bütünleşip, dahası onun parçası haline geldiği şeklinde yorumlanıyor.
Bu, işin önemli boyutlarından yalnızca biri.
Bir diğer nokta, AKP’nin ısrarla tekrarlamaya başladığı istikrar vurgusunu hep kendi iktidarına endeksli olarak dillendirmesi. Oysa sağlıklı ve kalıcı bir istikrar, öyle veya böyle gelip geçecek olan iktidarlara değil, sistemde yapılacak köklü düzenlemelere bina edilmeli. Aksi halde, AKP iktidardan düştüğü an istikrar da bozulacak demektir ve bu sözün çok fazla tekrarlanması bir noktadan sonra seçmen kitlelerinde aksülamele yol açabilir.
Çünkü “Ben gidersem herşey alt üst olur” anlamındaki bu söylem “şantaj” olarak algılanabilir.
Nitekim 1983 seçiminden tek başına iktidar olarak çıkan ANAP’ın gerileme sürecine geçmesinde rol oynayan önemli etkenlerden biri, merhum Özal’ın “12 Eylül öncesini unutmayın ha, biz gidersek o günlere tekrar geri dönersiniz” söylemini sıkça tekrarlamaya başlaması değil miydi?
Şimdi de Erdoğan her fırsatta “2002 öncesini sakın unutmayın” diyerek aynı yola mı yöneliyor?
Haddizatında, AKP’nin, ters teptiği yakın geçmişin tecrübeleriyle de sabit olan bu tür söylemlerden medet ummak yerine, istikrar meselesini kendi iktidarından bağımsız bir temelde ele alıp, statükoyu demokratikleşme yönünde dönüştürecek yapısal reformlara odaklanması gerekiyordu.
Böyle olmalıydı ki, muhtemel bir iktidar değişikliğinde, geriye gidiş anlamında olumsuzluklar yaşanmasın ve halkın tercihiyle belirlenecek yeni iktidarda kimler olursa olsun, demokratik sistemin belirlediği ana çerçeve içinde icraat yapılsın.
Bu açıdan bakıldığında, iktidarını, istikrar gerekçesiyle savunduğu seçim barajı ve hazine yardımındaki adaletsiz sisteme bağlayan bir anlayışla demokratik istikrarın sağlanması mümkün değil.
Üzerinde durulması gereken bir başka husus, AKP iktidarının devamına endekslenen istikrar vurgusunun, onun üzerinden partinin mutlak patronu konumundaki Erdoğan’a bina edilmesi.
Bu durum, hayli zamandır alttan alta seslendirilip, seçimden sonraki yeni anayasa projesinin en önemli ve öncelikli konusu olacağı öne sürülen başkanlık sistemi planlarıyla birlikte düşünüldüğünde, daha değişik ve ilginç boyutlar kazanıyor.
İstikrarın devamını bir partinin iktidarına ve onun liderine bağlayan bir anlayışın demokrasiyle bağdaştırılmasının mümkün olmadığı çok aşikâr.
Evet, istikrar önemli ve gerekli. Ama adalet, hukuk ve demokrasi prensiplerine uygun şekilde gerçekleştirilmesi şartıyla. Aksi halde, bunları dikkate almadan sağlanacak bir “istikrar” hem uzun ömürlü olmaz, hem yeni sıkıntılara yol açar.
Ve adaletsiz istikrardan hayır gelmez.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi