Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Güneydoğu’ya Seyahat- 3 “Diyarbekir Şad Akar”

Güneydoğu’ya Seyahat- 3 “Diyarbekir Şad Akar”

Kahramanmaraş Sütçü Üniversitesi öğretim görevlisi İsmail Göktürk ve Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi Mehmet Yılmaz dostlarımla “Güneydoğu’ya Sosyolojik Seyahat”imizin ikinci durağı Diyarbekir’di. Urfa’dan ayrılırken bizi evinde ağırlayan sağlıkçı Mehmet Bâki’yi Diyarbekir yolu üzerindeki Hilvan Devlet Hastanesi’ne bıraktık. Hilvan küçük bir ilçe. Hastane bahçesinde ikram edilen çayları içtik. Bize “hoş geldiniz” diyen hastane doktoruyla yöre halkının sağlık şikayetleri türü ve memur gurbetçiliği üzerine kısa bir sohbet edip ayrıldık.

Diyarbekir’e gidiyordum. Yetmişli yıllardan bu yana Türk ve Kürt ulusalcılarının manipüle edip paylaşamadığı Diyarbekir’e, İstiklâl Harbi’nde yekvücut olan Türk ve Kürt İslâmların bir olduğu “Hakk’a tapan millet” anlayışımla giriyordum. Öğleden önce malûm sıcağıyla kalabalık şehre dahil olduk. İsmail Göktürk’ün KSÜ’den mezun olmuş Diyarbekir’li talebesi Abdullah Aydın bizi Valilik Konağı önünde bekliyordu.

Diyarbekir’e girerken, Mehmet Âkif’in Millî Mücadele sırasında Nasrullah Câmii’nde verdiği vaazları Diyarbekir Ulu Câmii’nde cuma namazlarında okutan ve binlerce nüsha çoğaltıp Doğu ve Güneydoğu illerine dağıttıran El-Cezire Komutanı Rıfat Paşa’nın vatan-ı İslâmiye için Türk ve Kürtlerin bir olması üstüne gösterdiği gayretleri aklıma geldi.

Diyarbekir’e girerken, İslâm milletleri üzerinde irşadlarıyla ağırlığı olan Libyalı Şeyh Ahmet Senusi’nin, Ankara Hükümeti’nce “Hilafet-i İslâm’ın istiklâli için Ankara’da kurulan hükümet yönünde” milleti irşad etmek üzere yapılan davete icabet etmesini, Diyarbekir ve Güneydoğu’da Kürt ve Arap kardeşlerimizin vatan-ı İslâmiye şiarıyla başlatılan Millî Mücadele’ye katılmalarının gerektiğini iman dolu vecdle anlatışını hatırladım.

Diyarbekir’e girerken, 1919 sonunda Diyarbekir Belediye Reisi Dellâlzâde Abdurrahman Bey’in Diyarbekir halkına yaptığı miting konuşmasında Yunan ve Fransız’ın birçok vilayeti işgal ettiğini ve vatan-ı İslâmiye için birlik zamanı olduğunu dile getirişini düşündüm.

Diyarbekir’e girerken, Zirkan Aşiret Reisi Mehmet Nuri Bey’in, Diyarbekir’in ileri gelen aşiret reisi Mahmut Kepo’nun ve Silvanlı Sâdık Ağa’nın, Kürtleri Türklerden ayırmayı öngören Sevr Antlaşmasını Paris’te imzalayan Kürtçü Şerif Paşa’ya karşı “Sevr’i bir paçavra olarak kabul edip” sert bir şekilde birlik yönünde verdikleri beyanatın samimiyetine bugün muhtaç olduğumuzu hissettim.

Diyarbekir’e girerken, 1920’lerde ancak üç yıl sürecek “Hakk’a tapan millet’in” meclisi olan Ankara Hükümetinden “Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti’nin ana unsurlarıdır. Ankara Hükümeti hem Türklerin, hem Kürtlerin hükümetidir” beyanı sâdır olunca, İngilizlerin Güneydoğu ajanı Binbaşı Noel’in iğva ve ifsadına kapılmayan Diyarbekir mebus ve aşiret reislerinin sevinci zihnime üşüştü.

Diyarbekir’e girerken, “Kürt Teali Cemiyeti adıyla kurulmuş olan cemiyet ‘Kürtle Türk’ü birbirinden ayıracağını’, halbuki bizim kurduğumuz Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti hiçbir kavmî ayrılık gözetmeden Türk-Kürt ayrılmaksızın bütün vilâyetler halkını içine alabileceğini...” heyecanlı üslûbuyla anlatan Süleyman Nazif’i yâd ettim.

Diyarbekir’e girerken, vatan-ı İslâmiye’nin istiklâli için Diyarbekir halkının Millî Mücadele’ye katılması gerektiğini” anlatan Diyarbekir Müderrisi Ahmet Hamdi ve Müftü İbrahim Efendilerin Türk-Kürt bütün İslâmları cihada davet ettiği günlerin heyecanını duydum.

DİYARBEKİRLİ BİR MÜNEVVER: RESUL AYDIN AMCA

Güzel huylu Abdullah Aydın bizi alıp dedesinin, yani Resul Aydın amcanın evine götürdü. Uzun boyu ve bembeyaz sünnetli sakalıyla, dökülmüş saçları ve ıstırap çizgilerinin hâkim olduğu uzun esmer yüzündeki mahzunluğuyla, küçülmüş gözlerindeki hüzünlü bakışı ve sakin sesiyle, duruşunun ve zahirinin her karesinde tasavvuf terbiyesinin ölçüleriyle yetmiş üç yaşındaki ehl-i irfan ve dindar insan Resul Aydın Amca bizi kapıda karşıladı. Kendi ifadesiyle bir Zaza Kürdü. Kürtçe ses ve hançeresinin şekillendirdiği Türkçe’sine bayıldım. Devrik cümlelerinde, özne ile fiilin eski gramerdeki gibi yer değiştirmesi, şahıs kiplerini ve fiillerdeki çekim eklerini şimdiki zaman birinci tekil şahıs değil de geçmiş zaman kipiyle kullanması ve Kürtçe söyleyişin hâkim olduğu cümle yapısıyla Türkçe konuşması son derece hoşuma gitti. Kendini yetiştirmiş, okuyan ve temel İslâm kitapları olan bir insan. Biraz tasavvuf, biraz halk tarzı vezinli şiirler yazmış vaktinde. Şiirlerinde İslâm’dan uzak hayatın peşinden gidenlere nasihatlar ve halk tasavvufu tarzında dinimizin güzelliklerini anlatan konular işlenmiş. Şiirlerinden ve önemli bulduğu yazılardan bir arşiv meydan getirmiş. Arşivinden birer dosya ve birer takım Kur’an Meali hediye etti.

İki gün boyunca Diyarbekir’in yakın tarihi üzerine hüzünlü hâtıralarını dinleyerek geçirdiğimiz güzel insan Resul Amcanın görmemizi istediği yer döşekli oturumu olan gecesi serin semaverli çay bahçesinde anlattıklarını unutamam. PKK ve Jitem’in işbirliğiyle oluşturduğu 90’lı yılların kanlı Türkiye sürecinde muvazzaf askerî görevini yaparken nice istekli subay ve ailelerine Kur’an okumasını öğretmiş, İslâmî ilimlere vakıf, son derece inançlı biri olan, o vakit yeni emekli olmuş astsubay oğlu Kamil Aydın Diyarbekir’in merkezindeki dükkânında hain derin kişilerce önce bomba atılıp sonra silahla taranarak şehit edilmiş. Efendiliğiyle dedesi Resul Amcaya çekmiş, cana yakın Abdullah Aydın bu şehidin oğludur.

Hayatı hüzünle dolu Resul Amcanın nükteli bir yanının olduğunu da öğrendim. İsmail Göktürk’e “Şıhım” diye hitap ediyor. Bilindiği üzere “Şıhım” ifadesi Doğu’da “mürşidim, hocam...” gibi itibar atfedilen bir hitap tarzı. Resul Amca da arada bir “İsmail Hoca benim şıhımdır. Çünkü o derin ve marifetli biridir...” diyerek, hiçbir istihza alâmeti taşımadan gönlümüzü tasavvufî nüktelere gark ediyor.

Unutamayacağım son derece nükteli bir hadisesi var. Evinden Mardin’e gitmek üzere sabah namazı yola düştük. Saat altı gibi asırların izini taşıyan sarı taş medeniyetinin hâkim olduğu eski Mardin’de bir çayhanede ekmek ve peynir üstü çay içiyoruz. İsmail’in telefonu çalıyor. Arayan Resul Amcadır. Enteresan bir şeyler anlattığı belli ki, İsmail’in yüzünde ufak değişiklikler olmaya başlıyor. Oysa İsmail kendini çabuk ele vermez, soğukkanlıdır. Resul Amca diyor ki: “Yahu şıhım, sen yattığın odadan bizim küçük torunun bilgisayarını çalıp götürmüşsün. Şıh böyle yapar mı? Savcılığa aracın plakasını, gittiğiniz istikameti, ismini ve eşkâlini belirten şikayet dilekçesi verdim.”

İsmail bu, meseleyi hemen kavrıyor ve Mehmet Yılmaz’a “bagajda fazla bir çanta var. Resul Amcanın bahsettiği bilgisayar onun içinde olmalı...” diyor. Anlaşıldı ki, bize ait olmayan bir çanta mevcut. Seher vaktinin mahmurluğunda eşyalarımızı arabaya yerleştirirken yanlışlıkla alınmış. Tabii, İsmail Göktürk bilgisayar hadisesinin Mehmet Yılmaz ve bu fakir tarafından kendisine hazırlanmış bir komplo olduğunu iddia etti.

Tekrar Diyarbekir’e döndüğümüzde Resul Amca hoş esprisini patlatıyor: “Başbakan kendisine hakaret ettikleri için mahkemeye verdiği on kadar gazeteci ve siyasetçiyi affedip şikayet dilekçelerini geri çekmiş. Ben de bir dostumu, yani şıhımı affedip şikayet dilekçemi savcılıktan geri aldım...”

Resul Amcanın babası Kürt isyanından dolayı idam edilen Şeyh Said’in muhafızlarındanmış. Babasından dinlediklerini bugün yaşamış gibi heyecanla anlatıyor. Şeyh Said’in oğulları Şeyh Alirıza Efendi ile Şeyh Selahattin Efendi ve torunlarından dinlediklerini öylesine anlamlı anlatıyor ki, duygulanmamak elde değil. Ona göre, Şeyh Said’in Kürt devleti gayesi yok ve isyan öncesi İngilizlerle anlaşmış biri değil. Ankara rejiminin İslâm’dan uzaklaşması, Millî Mücadele’de ve ilk Meclis’te Kürt unsurlara verilen sözlerin yerine getirilmemesi, zorla “Türkleştirme projesi”nin başlatılacak olması gibi birçok sebepten dolayı isyan etmiştir. “İngiliz altınları” meselesi de resmî tarihin yazdığı gibi değil. Şeyh Said, Hükümet’e bu gerekçelerle itiraz edince başına gelecekleri tahmin etmiş. Kurmaylarına “Ankara bizim üstümüze bir ordu gönderecek, başımızın çâresine bakalım, bize çok para lâzım olacak, bin kadar koyunu Şam’a götürüp satın ve paraları İngiliz altınına çevirin...” demiş.

Toplantıya yetişirken iki defa BDP’lilerin caddeyi işgal ederek bağırışlarına ve rezaletlerine şahit olduk. Rezaletleri çıkaranlar beş-altı yüz kişilik bir grup. Diyarbekirlilerin çoğu işinde gücünde. Bir akşam Resul Amca ve torunu Abdullah bizi Bağlar Mahallesi’nde dindar Kürtlerin müdavimi olduğu bir dernek sohbetine götürdüler. Yer minderleriyle serili genişçe bir salon müdavimlerle doluydu. Yörenin bir yazarı Şeyh Said ve Kürt uleması üzerinden Kürt tarihini, Kürtlerin gördüğü zulümleri ve Kürtlerin dâvasının ne olduğunu anlatıyordu. Anlattıklarının bâzı kısımlarında problem vardı. Konuşması bitince ne yapmam gerektiği hususunda İsmail’e baktım, “sen bilirsin” dercesine dudağını büktü.

Sonunda konuşmacıdan ve dinleyicilerden müsaade alarak şöyle dedim: “Efendiler! Âcizane ben Maraşlı Türklerdenim, yani Maraşlı İslâmlardanım. Diyarbekirliler bizim milletdaşımız ve özbe öz din kardeşimiz. Muhterem yazarın anlattığı Cumhuriyetin Tek Parti döneminde Kürtlere yapılan zulümlere, mecburi iskânlara tabii tutulmasına ve birçok hak ve hürriyetlerinin kısıtlandığına aynen katılıyorum. Ulusalcı-laikçi cumhuriyet projelerinden Türkler de zarar görmüştür. Ne var ki, muhterem yazarın konuşmasının sonuna katılamayacağım. Çünkü, Türklerden, Türkiye’den ayrılmayı öngören İslâmî bir “Kürdistan” fikrini işleyerek bitirdi. Buna çok üzüldüm. Bu ayrılık niye? Bu fakir de ‘Türkiye İslâm Cumhuriyeti’ taraftarıdır. Önümüzde İslâm’dan beslenmiş medeniyetçi bir Türkiye hamlesi dururken ayrılmayı işleyen bu fikirlere gerçekten üzüldüm...”

Dinleyicilerden biri bu fakiri provokatör zannetmiş olacak ki, “biz İslâm cumhuriyeti taraftarı değiliz...” şeklinde güya kendilerini emniyet almak üzere cevap verdi. Yürekten konuştuğumu beyan ettim; detaylandıramadığım görüşlerime katılan da oldu, katılmayan da. Sonra sözü İsmail Göktürk aldı ki, yüreğim düştü. Çünkü üslûbunu biliyorum. Meselesini iyi ifade eder; fakat muhatabının yanlışlarını sille çeker gibi tenkit eder. Hâsılı, İsmail, bana itiraz eden kişinin ve konuşmacının bilgi yanlışlıklarını, bu fikirlerle Allah’ın kevnî âyetlerine karşı çıktıklarını ve anlatılan devirlerde Kürtlerin kendi başına bir medeniyet değil İslâm’ın parçası olarak Osmanlı medeniyeti içinde bir kardeş topluluk olduğunu....” izah etti ki, mesele tatlıya bağlandı ve sohbet yerinden ayrıldık. Abdullah, İsmail Göktürk’e “Hocam, siyaset ve toplumsal tarih derslerinde okulu ve sınıfı karıştırdığın gibi gelip Diyarbekir’i de karıştırdın, helâl olsun...” diye latife etti.

Gecenin az serinliğinde dünyanın ikinci büyük suru olan Diyarbekir Surlarını gezdik. Dağ Kapı, Mardin Kapı, Yeni Kapı ve Urfa Kapı’dan oluşan Surlar 5,5 km. uzunluğunda, 7-8 metre yüksekliğinde tamamen siyah bazalt taşından yapılma, asırların ağırlığıyla kocaman bir mahalleyi çepeçevre sarmış. Ancak makam odaları, zindanlar ve ders hücreleri olan bölümün üst ve alt kısımlarını gezdik. Abdullah’ın ifadesiyle kuş bakışı bakıldığında “kalkan balığına” benziyor.

Not: Salı günü Diyarbekir seyahatinden gönlümüzde iz bırakan kareleri anlatmaya devam edeceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi