Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Güneydoğu’ya Seyahat-4

Güneydoğu’ya Seyahat-4

“Hani Düğününüz Lo Hani Ya Düğününüz”

Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şube Başkanı Sütçü İmam Üniversitesi öğr. gör. İsmail Göktürk ve Pamukkale Üniversitesi öğr. üyesi Mehmet Yılmaz dostlarımla “Güneydoğu’ya Sosyolojik Seyahat”in ikinci durağı Diyarbekir’de gönlümüzde iz bırakan mesele ve mekânların umumi efkarı da ilgilendiren yönleri olduğuna inanıyorum. Kırılgan bir Güneydoğu sürecinin devam ettiği bugünlerde buraya dair söylenilen her şey hayatî öneme sahiptir.

GÜNEYDOĞU’YA ULUSALCI KAFAYLA GİDİLMEZ

12 Eylül ve 28 Şubat askerî hegemonyasının Güneydoğu’ya ulusalcı-laikçi zihniyetle gitmesinin ve bu mantıkla te’dip ederek nizama sokma zorbalığının kanlı ve acılı hâsılası ortadadır. Türk’ün ve Kürdün bir millet olduğu Türkiye taraftarı Diyarbekirli güzel insanlar Resul Aydın Amca ve torunu Abdullah Aydın bizi kalbimizden fethedip Hakk’a tapan Türk milletiyle ebed-müddet bir olmak isteyen Güneydoğu’nun dindar Kürt varlığını göstermeye çalıştılar.

GÜNEYDOĞU’YA İSLÂM’LA VE TÜRKÜLERLE GİDİLİR

28 Şubatçı hükümet ve Ankara oligarşisi o meşum yıllarda “Güneydoğu’ya 1000 Sanatçı ile Çıkartma” yapmış ve “Her Güneydoğulu’ya bir televizyon kampanyası” başlatmıştı. Sözde “çıkartma” yapan sanatçılar opera, bale, caz, senfoni ve pop müzik sanatçılarıydı. “Çıkartma” Moğol zulmünden beterdi. Sözde “geri kalmış” Güneydoğulu insanlarımızın televizyon dizileriyle ve milletimize benzemeyen Frenk mukallidi zübbe sanatçılarla isyan duygularını kırmak, dinî hayatlarından soğutmak, sonra da lümpenleştirip zararsız hâle getirmekti. İçkili eğlence mekânlar gibi laikçi hayatın ne kadar tezahürü varsa götürüp ulusalcıların kendi ifadesiyle “Dağlı Kürt Türklerini” yozlaştırarak aidiyet duygularını yok etmekti. Gayelerine biraz ulaşsalar da bin yıllık İslâmî damar sürüyordu. PKK ve BDP’ li Kürtçü hareket zaten Türk ulusalcılarıyla aynı gaye içindeydi. Oysa Güneydoğulu insanımız geçmişte olduğu gibi “Hakk’a tapan” Türk milletiyle birlik içinde olmayı isteyen damarını sürdürüyordu. Güneydoğu’ya İslâm’la ve türkülerle gidileceğini bilmeyen Batıcı-ulusalcı ebleh ve zorbalarla PKK ve BDP’lilerin zulümlerine karşı İslâm’ın ve türkülerin götürülmesini haykırdım.

Tarihî Diyarbekir’de dolaşıyoruz. Abdullah’ın bize refakat edip gezdirdiği, Hz. Süleyman Câmii ve çevresindeki tarihî mekânların hikâyesini akşam Resul Amcadan dinledik. Şehrin İslâmlaşmasını sağlayan Halid Bin Velid’in Diyarbekir kuşatması sırasında Ramazan ayı içinde olunduğunu, Mübarek İslâm Kumandanının surlardan bir türlü içeri giremediğini, bir akşam surun gerisindeki çadırında orucunu açmak istediğinde iftarlığının getirilmediğini görüp emirerine “iftarlığım getirilmemiş” dediğini, emirerinin ise “efendim, iftarlığınızı çadırınıza bıraktım...” dediğini, üç gün boyunca her akşam iftarlığın yerinde olmadığını gören İslâm Kumandanının emri üzerine iftarlığın tekrar getirildiğini ve emirerine “eğer askerim doymuyor ise yemeğinizi artırayım...” dediğini, emirerinin ise “hayır efendim yemeğimiz yetiyor, sizin iftarlığınızı her gün vaktinde çadırınıza bırakıyorum” dediğini, İslâm Kumandanının üçüncü gün “bunda bir hikmet var” diyerek iftarlığını yemeden bir köşeye gizlendiğini, o sırada bedenden (sur) bir köpeğin girip iftarlığı alıp götürdüğünü, kumandanının hayvanı takip ettiğini, köpeğin bir bedenin (surun) deliğinden içeri girdiğini ve iftarlıkları yavrularının önüne bıraktığını, sonra İslâm Kumandanı askerlerine haber verip surdaki bu delikten içeri girerek kuşatmayı başlattığını menkıbevî bir lisanla anlattı. Hiçbir resmî tarih kitabının Diyarbekir’in İslâm fethini bu küçük anekdot tadında ve irfanî bakışla aktardığını görmedim.

Abdullah’ın anlattığına göre, Halid Bin Velid’in o hikmetli çadırının yerine Hz. Süleyman Câmii adını taşıyan bir câmii yapılmış. Câmii’nin önündeyiz. Tarihî dekoru bir miktar tâdilat geçirse de asaleti belli oluyor. Câmiin arkasında Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemi yapılarına benzer bakımsız hüzünlü üç binayı gezdik. Kuzeydeki bina 1960 kadar savcılık ve mahkemelerin bulunduğu adliye olarak kullanılmış. Yanında metruk tarihî bina da eski hapishane olarak kullanılmış. Meşrutiyet Dönemi tarzına benzeyen vaktinde Jandarma Karakolu olarak kullanılmış bir bina daha var. Trajik duruma bakın ki, 90’lı yıllarda Jitem elemanları siyasî sanıkları bu binaların içinde sorguya çekmişler ve işkence etmişler. Tarih ve hüznü yaşatan bu binalardan birçok sanığın “ölüsü çıkmış.”

Bu hüzün veren mekândan ayrılıp arabamıza binerek yüz metre kadar hareket ettik. Bu sırada Abdullah heyecanlı bir üslûpla “Mehmet Hoca (Yılmaz) arabada yok, orada unuttuk galiba...” deyince İsmail’le bu fakiri gülme tuttu. Onun arabada olup olmadığının farkına varmamışız. İsmail Göktürk’e göre “suç Mehmet Yılmaz’ındır. O hep böyle yapar, geride kalır ve kaybolur.” Bu fakir de “n’olacak, akademisyen kafası işte!” diye serzenişte bulundu. Abdullah ise “Mehmet Hocaya komplo kurduğumuzu...” iddia etti. Sonra Dicle Üniversitesi’ni ziyaret ettik. Üniversitenin yer döşekli oturumu olan çay bahçesinde Diyarbekirli bir Müsiad mensubundan şehrin çalışma hayatını dinledik. Şehir merkezine dönerken önünden geçtiğimiz 12 Eylül 1980 darbesinde gözaltına alınanlara ve tutuklananlara zulümlerin yapıldığı meşum Diyarbekir Cezaevi’nin soğuk çehresini gördük.

Kısa bir çarşı gezisinden sonra Abdullah bizi “Diyarbekir Tatlısı” yemeye götüreceğini söyledi. “Tatlı işlerinden bizi muaf tut...” dedim. Ona, sancılı memleket meseleleriyle uğraşan, tasavvufî ölçüleri olan fikir ve dâva adamlarının tatlı yememesi gerektiğini, tatlının fikri öldürdüğünü, nefsi azdırdığını ve bu görüşümü yıllar önce Maraşlı dostlarıma kabul ettirdiğimi anlattım. Bu fikrimin bir mânada tasavvufun ölçülerinden nefis tezkiyesi anlamına geldiğini ve sözümün zımnında yatan asıl anlamın ehl-i irfanın vasıflarına bir gönderme olduğunu söyledim.

İsmail Göktürk de tatlıya karşı olduğundan değil, maddî sıkıntı vermemek için itiraz edince Abdullah’ın iyice canı sıkıldı. Hoca ve talebe arasında âdeta bir inat savaşı başladı. Bu arada Mehmet Yılmaz kis kis gülüyor ve tatlı savaşında Abdullah’ın gâlip gelmesi için içinden dua ediyordu. Çünkü Mehmet Yılmaz, dostlarım arasında tatlıya en düşkün birisidir. Hattâ bir zamanlar Türkiye Yazarlar Birliği Şehr-i Maraş Şubesinde onu ekmek arası Çokomel yerken yakalamıştım. Savunması pek dramatik ve inandırıcıydı. “Ben” demişti, “üzüm ve pekmez diyârı Bertiz’de büyümüş bir âdemim. Daha doğar doğmaz kanıma ve hücrelerime şıra girmiş ve şıra ile büyütülmüşüm. Pekmez bulamadığım vakit şıra ihtiyacımı karşılayacak Çokomel gibi çikolataları veya kıvrım tatlıyı ekmek arası yapar yerim... ” O vakit onun bu fıtrî durumunu göz önüne alarak “tatlı yiyebilir” diye izin vermiştim. Bâzı konularda muarızım, fakat esasta gönül dostum olan tatlıya düşkünlüğüyle namdar Dr. Mehmet Ceran da burada olsa idi savaşın gâlibinin Abdullah olmasını tercih ederdi.

Hoca ve talebesi arasındaki inat savaşı çevreden duyulur hâle gelmişti. İsmail Göktürk’ün fikirli inadını iyi bilirim ki, Abdullah’ı tuş edeceğe benziyor. Osmanlı siyasetince (burada siyaset, âdab-usul anlamında kullanılmaktadır) araya girdim ve ağır şartlar gereğince İsmail Göktürk’ü “ikramın çevrilmesi edep ve töreden değildir...” diyerek ikna ettim. Nihayetinde Abdullah, Diyarbekir misafirperverliğinin sıkı geleneklerinden güç alıp bütün savletiyle üstümüze üstümüze gelerek bizi “Tatlıcı Dükkânı”na götürmeyi başardı. Onun gayesi kırk yılda bir Diyarbekir’e gelmiş İsmail Hocası ve dostlarına “meşhur tatlılarından” ikram etmekti. İsmail Göktürk, yine de inat etti ve tadımlık yedi. Fakir ise, gücendirmemek için servis elemanlarına hayli az olmasını tembih etti. Hâsılı sonuçta ikimizin tabağındaki tatlıları Mehmet Yılmaz’ın tabağına boşalttık, afiyetle yedi.

Diyarbekir Ulu Câmii’ni gezerken heyecanımı bir görecektiniz. İslâm’ın 5. Harem-i Şerifi olarak kabul edilen câmi, Anadolu’nun en eski câmiidir. İlk câmii örneklerinden Şam Emeviye Câmii’nin Anadolu’daki tek benzeri olduğunu öğrendim. 639 yılında Diyarbekir’i feth eden Müslüman Araplarca şehrin en büyük kilisesinin câmiye çevrilmesiyle oluşturulmuş. 1091 Yılında Selçuklu Hükümdarı Melikşah tarafından İslâmî mimariye dönüştürülmüş ve restorasyon görmüş, bütünüyle koyu bazalt taşından yapılmış. Dinlediğime göre sibernetiğin babası olarak bilinen ünlü âlim El Cezeri’nin yaptığı güneş saati câminin medrese cephesinde ihtişamlı mâzisiyle durmaktadır. Câmiin güneyinde Hanifilerin, kuzeyinde Şafilerin namaz kıldığı bölümler mevcut. Câmiin önemli bir unsuru olan Mesudiye ve Zinciriye Medresesi koyu kül rengi bazalt taş mimarisi ve kabartmalarıyla bin yılın ötesinden bu fakire bakıyordu. Avlu cephesinde farklı dönemlere ait mimari bezekler, kabartmalar ve kitabeler mevcut. Kalbimi Ulu Câmi’de bırakıp hemen yakındaki, Osmanlı vezirlerinden Hasan Paşa’nın 1572’de yaptırdığı Hasan Paşa Hanı’na girdik.

Han’da bol antikacı dükkânı mevcut. Bildik tarihî han tarzının örneklerindendir. Oldum olası hanları severim. Eğer Diyarbekir’de yaşasaydım dernek yerini veya sohbet mekânımızı ya Ulu Câmii’nin medresesinden, ya da Hasan Paşa Hanı’nın herhangi bir odasından birini seçerdim. Hanın dış çevresini oluşturan kısmen kapalı çarşısı Urfa’daki gibi dar, iç içe eski zamanı andıran sokaklardan oluşmuş. Esas Diyarbekir burasıymış; Osmanlı şehir anlayışının tezahürü olan Ulu Câmii çevresinde oluşan çarşı, han ve hayat.... Hüsrev Paşa Hanı’na ise bakıp geçtik, çünkü zaman kalmadı.

Dar ve koyu kül rengi taş sokaklarda dolaşırken cumhuriyetin şehirli birinci ve ikinci nesli tarafından bilinen, bugün hâlâ dillerden düşmeyen “Ağlama Yar Ağlama / Mavi Yazma Bağlama / Mavi Yazma tez Solar Anam” türküsünün icracısı, 30’lı ve 40’lı yılların Diyarbekirli müzisyeni Celâl Güzelses’in o yıllarda devlet desteğiyle kurduğu Musiki Cemiyeti’nin bulunduğu ve adının verildiği evi gördük. Resul Aydın Amca ve torunu Abdullah’tan öğrendiğimize göre, asıl adı Mehmet Celalettin olan Celâl Güzelses, Birinci ve İstiklâl Harbinde Ulu Câmii’de müezzinlik yapmış. 30’lı yıllarda yaptığı taş plaklar sayesinde devletlüden “Şark Bülbülü” unvanı almış ve resmî ödenekle Mûsiki Cemiyetini kurmuş. Sonra bu faaliyet yürümeyince 1956’da tekrar Ulu Câmiin baş müezzini olmuş ve vefatına kadar bu görevini sürdürmüş.

Labirent gibi dönüp aynı noktaya gelinen tarihî dar sokaklarda Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı Tarancı Müze Evlerini de gördüm. Bu isim ve mekânlar hiç de cezbetmedi fakiri. İnsan olarak itirazım yok. Fakat Müslüman Kürt kimliğini Müslüman Türk kimliğinin ayrılmaz unsuru olarak bilen dindar Diyarbekirlilerin fikrini yansıtmıyor bu iki Türkçü-seküler aydın. Bediüzzaman Hazretlerinin ve Şeyh Said silsilesinden gelen hocaefendilerin gönülleri kuşattığı bir diyarda bu iki Türkçü isim ne kadar cılız... Resmî görüşün zorlamasıyla bu Müze Evler oluşturulmuş, ancak yüzüne bakan yok. Çünkü laik-Kemalist cumhuriyetçi bu iki aydın, Diyarbekir’in kimliğiyle aynîleşmiş münevverandan sayılmıyor.

Yaygın adı Dört Ayaklı Minareli Câmii olan Şeyh Mutahhar Câmii 1500’de Akkoyunlu Sultanı Kasım Bey tarafından dört sütun veya ayak üzerine oturan minaresi kare şeklindedir. Bu ulvî mekânın çok yakınında Keldanî Kilisesi’nin tabelasını okudum. Kapısını çaldık. Etraftaki esnaftan biri “ beş-altı dakika önce görevli çıkıp gitti” dedi. “Vay!” dedim. “Bir kiliseye girmek ve bir kilise mensubu ile şöyle üç-beş konuda sohbet etmek nasip olmayacak” diye hayıflandım. Soracaklarımı ehl-i irfan tahmin etmiştir. “Biz İslâmlar Hz. İsa’yı peygamber olarak kabul ediyoruz; siz, Hz. Muhammed (s.a.v)’i son peygamber olarak kabul ediyor ve Kur’an’ın son Kitap olduğuna inanıyor musunuz...?” şeklinde sorular soracaktım. Bu tabelanın altındayken İsmail Göktürk anında fotoğrafımı çekti. “N’oluyoruz dostlar? Ayıp bir yerde mi yakaladınız?...” diye latife ettim.

Mardin’e gitmek üzere Bekir’in diyarından bir seher vaktinde ayrılıyorduk. PKK ve BDP gibi İslâmsız Kürtçü hareket tarafından kafası karışık hâle getirilmiş 27 sahabenin şehitliğine ev sahipliği yapan Diyarbekir’den ayrılırken, bu şehre kendi türküsüyle seslenmek istedim: “Hani davulunuz lo hani ya davulunuz / Hani düğününüz lo hani ya düğününüz...”

Not: “Güneydoğu’ya Seyahat-3” yazımda geçen “Sütçü İmam Üniversitesi” ibaresindeki “İmam” kelimesini yazmayı Cenab-ı Hak şahit ki, unutmuşum. Okuyucularımızdan, Habervaktim’den ve Kahramanmaraşlı hemşehrilerimden özür dilerim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi