Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Paris’in Fikr ü Sûretine Kapılmayan Şairime

Paris’in Fikr ü Sûretine Kapılmayan Şairime

Paris’ten gönderdiğin gönül alan, derûnumu sarıveren mektubunu okuyunca hem sevindim, hem hüzünlendim.

Sevindim; çünkü Paris gibi iki asırdır bu ülkenin münevveranını yutan, gözlerini kamaştıran, din ü milletinden koparan, iğva ve ifsad edici cilveli bir dilbere râm olmadığın ve vakarını kaybetmeyip kendin olarak kaldığın için.

Hüzünlendim; çünkü Dil Kapısı’nda tâlim eden şairimin mektubu yine bir gurbet diyârından geliyordu. Gurbet alıp götürmüştü onu. Gurbetzede olmamışsa da, gurbetçi yahut vatancüdâ olmuştu yine. Meslekî tekâmülünü yâd ellerde tamamlamak yazılmıştı yazgısına şairimin. Çektiği gurbet zâhiri gurbet, yani maddî gurbetti. Bu gurbet türünde vuslat vardır. Amma ki şairimin dost gurbeti, yani iç gurbet sızısı çektiğini bilirim, ona hüzünlenirim.

Mısır gurbetinden, Dil Kapısı’nda kazandıklarını heder etmeden, haraç-mezat satmadan ve değişmeden geldi şairim. Bunu, gurbet ateşlerinde pişen kelimelerinden biliyorum.

Sezai Karakoç’un “Bana ne Paris’ten / Avrupa’nın ülkü mezarlığından” mısralarını hatırlatmak haddim değildir şairime. Varlığını aslâ bu mısralarla bir arada düşünemem. Bu mısralar Paris’te ikbal ve umran arayanlara, Paris’e medhiye düzenlere karşı yazılmış. Yani, Batı’ya gidip kaybolan ilk “Altı oğul” için söylenmiş.

Şairim ruh ve aidiyetiyle “Yedinci oğul” vasfındandır. Fakir böyle biliyor ve inanıyor. Paris’te gözlerinin kamaşmadığını dilinden anlıyorum: “Paris’i ne bir gezgin, ne bir romantik ergen, ne ‘safderun bir hayran’, ne bir sanatkâr, ne ekmek peşinde bir göçmen, ne kariyer âşıkındaki bir öğrenci, ne de bir sürgün olarak gördüm. Paris ve benzeri şehirler, sosyolojik birer sonuç değil, ‘dinmez arzuları’ olan insanın sosyolojiyi hazırlayan, yön veren görüşleridir.”

Bu satırlarını alkışlıyorum şairimin. Dildâr şahsını “aleyh dairesinden” çıkarmayı hiç düşünmedim. Çünkü dosthânemin seyr ü sülûkuna aykırıdır. Etrafımdaki bâzı muhibbanın şairimin adını “gayya-yı nisyana teğet geçirdiği” doğrudur. Kıskançlıklarından aziz şairim!

Kimi dostlar arkanızdan çokça konuştular. “Şiirleri şiir midir?” diyerek üstüme üstüme geldiler. “Şiirlerinizin bunalım taşıdığını” söylediler. “Dilini değiştirdi” dediler. Paris’e meftun olan firarî aydınların ayak izlerinin olduğu caddelerde dolaştığınızı, o müstağriblerin kahve ve kırmızı şarap içtiği “Qvartır Latin Kıraathaneleri”nde entelektüelce bir nostalji yaşadığınızı, paradigmanızı kaybettiğinizi, Paris’te oluşunuzu mecburi bir vazifeye değil de, zihnî tercihinize ve edebî zevkinize bağladılar.

“Aslâ! Şairim, Paris’in fikr ü sûretine ve bediîyatına kapılmaz” dedim. En çok gücüme giden de kadîm dostunuz Harmancıklı Şair Hasanî’nin arkanızdan konuşması idi. İfade ettiği “â’rafta kalmış bir aydındır o” hükmünü kabul etmedim.

Kendimi, ârızî olan bir-iki özelliğine odaklanarak ve zâhire göre hüküm verilerek yargılanan bir maznunun, bir mazrurun savunucusu gibi hissettim ve hakikatte de böyledir. Hocam ve Bilge Kişi bütün bu taarruzlar karşısında söz âfetine düşmeyip sükût ettiler. Mübârek sîmalarında “hayırlısı” diyen bir tebessüm vardı.

Türkiye’de entelektüel ve Paris arasında zımnî bir anlaşma vardır. Kimliğini, yani milletini küçümseyen her Türk aydını Paris’le fikren nikâhlıdır. Parisli mürebbiyelerin elinde yetişmiş İstanbul soyluların ve paşazâdelerin torunları birer mösyö, birer matmazel gibi yaşıyorlar.

Bütün haramların işlendiği diyâr-ı küfrün en aldatıcı, en günahkâr şehri Paris, Tanzimat’dan günümüze kadar Türk müstağribleri ve intelijansiyasını baştan çıkaran ve azdıran bir fahişeye benzer. Bir fahişe gibi her geleni koynuna alır. Bâbıâli’yi “Bâbıâdi” yapan Paris’tir. Âmâ üstadım Cemil Meriç, “Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi” diyordu. Onun ifadesiyle “imandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe” istihâle edenlerin iltica ettiği habis bir şehirdir. Evden, yani Türkiye’den kaçanların merkezidir.

Medeniyetinden utanan zavallı Türk aydını Paris’le muâşaka, yani âşıkdaşlık etmekten pek haz duyar ve “Paris Musahabeleri”ne bayılır. Paris’in yalanlarını ve inkârlarını “ilmin son sözü” olarak kabul eder. Montespuieu’nun “Kanunların Ruhu”nu “modern Türkiye’yi” kurtaracak bir din kitabı olarak okur. Montaigne’yi ve Balzac’ı okumayanı Paris yârânı saymaz.

Hazreti insan, aşk ve Allah üzerine inşa edilmiş bin yıllık edebî geleneğine sırtını dönüp Sartre’nin “Bunaltı”na perestij eden kafası karışık şairlerimizin ve J.J.Rousseau’nun semavî dinlerden uzak ahlâk, ferdiyetçilik ve eşitsizliğin kökeni anlayışını ders olarak okutan üniversite allâmemizin mabedidir Paris. Mesnevi’yi, Safahat’ı bilmeyen nesiller için Hugo’nun “Sefiller”ini ve Allah’tan arındırılmış natüralist gerçekçiliği din hâline getiren Zola’yı okumak bir ayrıcalıktır. “İçtimaî Mukavele” ve “Fransız İhtilâli ve Devrimleri” laikçi Türk aydınının yüz elli yıldır hâşâ kurtarıcı bir âmentü olarak Türkiye’ye taşıdıkları sosyal ve siyasî bir doktrindir.

Laisist-diktatör Türk generalleri Fransız Jakobenlerine ve Napolyon’a taparlar. Fransız İhtilâli’nin en çok Jakoben diktatörlerine alâka duyarlar. Darbeci Türk subayları vesayet rejiminde en fazla Fransız Jakobenizminin kanlı öncülerinden Robespierre ve Danton rolünü tercih ederler. İttihat’tan bu yana Türk aydınının Jakoben damarı Paris’ten mülhemdir.

Kompleksi Türk aydını “Ben Paris’teyken....” diye söze başlar. “Fransızca İstanbul gazetesinin âteşîn yazılarını” hayranlıkla okur. Dininden kopan her Meşrutiyet ve Cumhuriyet aydını Paris’ten bir felsefeciyi, bir edebiyatçıyı kendine üstad edinmiştir. Paris’ten üstad edinmedim şükür. Bin yıllık kimliğini redd-i miras eden Türk Batıcıları için Paris bir “mağara”dır. Gölge hakikatlerin, izm’lerin ve İslâm düşmanı olan düşüncenin membaı olan bir “mağara.”

Türk sağı ile Türk solunun edebiyatta ve fikirde baş tâcı ettiği Garpçı aydınlar hep Parisçidir. Jön Türklerle başlayıp Ziya Gökalp’ten Yusuf Akçura’ya, Ahmet Ağaoğlu’ndan Hamdulluh Suphi Tanrıöver’e kadar Türkçü, Batıcı, liberal aydınların müracaat kapısıdır Paris. Edebiyat mekteplerimizde destebaşı olarak okutulan Yahya Kemal’ler, Ahmet Haşim’ler, Peyami Safa’lar “Paris Ekolü”nden tesirler almışlardır.

Haşim, Paris için “birçok memleketlerden bu şehre tahsillerini yapmak üzere gönderilen gençler tam bir hazırlık, müthiş bir iyi niyet ve hiçbir şeytanî baştan çıkma ile erimeyecek bir iç kuvvetle mücehhez değillerse ruhlarını ve etlerini bu cehennemî çarkın dişlerine kolayca kaptırırlar” diyor. Fakat hayranlığını da gizleyemez. Paris’in, inançları sarsılmış, şuuraltının birikintilerini kelimelere döküp bir nevi tatmin ayini yapan sürrealist ve geleneğe karşı çıkan dadaist şiir akımını tasvir ettikten sonra, kendi şiirinin kaynağı olan sembolistleri övmeden geçemez.

Dahası “Paris Kadını”nı, hem acıyarak, hem överek târif eder: “Gerçekten de düşen Fransız kadını yalnız safdil ve talihsiz olanların sınıfındandır. Fakat bunların ruhu, kirli etleri içinde ışığı sönmeyen bir mücevher gibidir. Fransız kadını ruhunu vücudundan ayırmayı biliyor. Bu büyük bir hüner ve kâfi bir fazilettir.” Ne diyelim; zavallı Haşim â’rafı tercih etmiş.

“Çağdaşlaşmak” isteyen Türk aydınının rüyasına giren bir batakhanedir Paris. İslâm medeniyetini “irtica” sayan Türk “bilim insanı” için insanlığa ışık saçan (!) bir akademyadır; inançsız ve pozitivist akademinin ilk karargâhıdır. Muazzez ülkesinden nefret edip kaçan Türk Prometelerin ve cümle vatan hainlerinin sığınağıdır.

Edebiyattan düşünceye, ideolojiden felsefeye bütün kötülükler, günahlar ve inançsızlık Paris’ten akıp gelmiştir. Paris, bir afyondur aziz şairim!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi