Cemal Nar

Cemal Nar

“Tasavvuf” İsmine Gerek Var mıydı?

“Tasavvuf” İsmine Gerek Var mıydı?

Burada tasavvuf ve tarikatların kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu, sufilerin Peygamberimizi (sav) örnek alarak Asr-ı Saadette yaşanan “zühd”, “takva”, “ihsan” ve “efdalü’l iman” halini yaşamak amacında olduğunu, şeriata bağlılık ile başka din ve sistemlerdeki mistik ve ruhi hareketlerden tamamen ayrı olduğunu, tasavvufu oralara götürmenin yanlış ve haksız olduğunu yeterince yazdık.

Ama bazı kardeşlerimiz ısrarla “bu isim o zaman yoktu. Siz niye “zühd”, “ihsan” demiyorsunuz da tasavvuf diyorsunuz? Bunlar nerenize yetmiyor?” diyorlar.

Bunun sebebini kısaca yazmıştık. Ama diyelim ki gözden kaçtı. İşte size biraz daha geniş bilgiler. İyi niyetle düşünene çok şey ifade eden şu bilgileri lütfen dikkatle okuyalım.

Her an ilâhî huzurda olmanın kazandırdığı üstün ahlak ile beşerî sıfatlardan çıkıp adeta melekî sıfatlara bürünmenin yolunu yordamını gösteren Tasavvuf’a, sırf bu isim asr-ı saadette kullanılmadı diye karşı çıkmak, kelime bahanesi ile mânâya yapılan cinayettir.

Biz bu cinayeti göstermek için, şimdi “Aydınlanma Yolu Tasavvuf” kitabımızdan bir alıntı yapacağız:

Bu cinayetten şikayetçi olan Ebu’l Hasan Ali en-Nedevi, böylesine basit bir olaydan ötürü tasavvufun inkarından üzülür ve çok da hak vermediğimiz şu teklifi yapar:

“Bize yakışan, nefsin tezkiye ve terbiyesi, şer’î faziletlerle donatılması, kötü huy ve nefsanî rezaletlerden uzaklaştırılması ile meşgul olan kâmil îman, ihsan derecesini elde etmeye, peygamberî ahlakla ahlaklanmaya ve îmanî keyfiyetle, batınî sıfatlarda peygambere uymaya davet eden ilme; evet, bize ve müslümanlara yakışan; bunlarla meşgul olan ilme “Nefis Tezkiyesi” veya “İhsan” veya “Fıkhu’l Batın” adını vermekti. Eğer bu yapılmış olsaydı, ihtilaf kökünden hâllolur, ayrılık ortadan kalkar, “Tasavvuf” teriminin aralarını açtığı iki gurup anlaşırdı. Çünkü “Nefis Tezkiyesi” “İhsan” ve “Fıthu’l Batın” deyimleri, şer’î ilmî gerçeklerdir. Bütün müslümanların kabulleneceği Kitap ve Sünnetle sabit dînî kavramlardır”. (Ebu’l Hasan Ali en-Nedevi, Gerçek Tasavvuf, s. 15-16, İst. 1974. )

Mustafa Kara isim vermez ama sanırım üstadı kastederek şöyle söyler; “Tasavvufun temel tez ve fikirlerini kabul edip de onu, Kur’anî terimlere bağlı kalmak için “tezkiye” veya Hadis’e bağlı kalmak için “İhsan” veya “Fıkh-ul Batın” olarak isimlendirenler, müsamaha ile karşılanır. Fakat kelime ve harflere takılıp kalmak, dış yapıya ve kabuğa önem vermek, öze önem veren bir disiplinin jestlerine uyar mı? (Tekkeler ve Zaviyeler, s. 42)

Üstadın bu teklifine çok da hak vermeyişimizin sebebi, “Tasavvuf” kelimesinin durup dururken değil, bir zaruretten kaynaklandığıdır. Tasavvuf ilmi etrafında derin araştırmaları olan Süleyman Uludağ, Kuşeyrî’nin “Risale”sini kaynak göstererek şu açıklamayı yapar;

“İslâm’da rûhanî ve manevî hayat, birincisi Zühd, ikincisi Tasavvuf ve Sûfîlik olmak üzere iki dönemden meydana gelmektedir.

Hicrî ilk iki asırda İslâm rûhanî ve manevî hayatının gösterdiği şekle zühd, aynı zühd hayatının daha sonraki asırlarda aldığı şekle de Tasavvuf adı verilmektedir. Kuşeyrî’nin “Risale”de belirttiği gibi zühd ve zâhitler, İslâm cemiyetinde büyük bir itibar ve ehemmiyete mazhar olmuştu. Haricîler, Şiîler ve Mutezile mezhebi mensupları hakîkî zühdün, kendilerinden çıktıklarını öne sürmekte idiler. Gerçekten de adı geçen mezheplerin içinden çok sayıda zâhit yetişmişti.

Sünnîler, öbür mezheplere bağlı bulunan zâhitlerden ayırt etmek için, 2/8. asırdan itibaren kendi zâhitlerine “Sûfiyye” ve “Mutasavvıfa” ismini vermişlerdi. Bu yeni isim, bir yandan bazı aşırı muhafazakâr çevrelerde hoş karşılanamaz ve bid’ad sayılırken, öbür taraftan özellikle bazı Şiî çevreleri tasavvuf ismine sahip çıkmışlardı.

Meselenin ismi etrafında başlayan tartışmalar giderek mânâya da sıçramış, Sünnîler arasında tasavvufu isim ve mânâ olarak kabul ve müdafaa edenler yanında, bu cereyanı hoş karşılamayan, bunu bid’adcı bir hareket şeklinde gören Sünnîler de mevcut olmuştur. Zamanla bu iki zümre arasındaki ihtilaf, birtakım telifçi çabalara rağmen gittikçe derinleşmişti.”( Süleyman Uludağ, Nefahat’ul Üns’e yaptığı giriş, s. 7-8, İst. 1980.)

Demek “tasavvuf” isminin ortaya çıkışının sebebi, ehl-i sünnet zâhitlerinin, Sünnî inanç ve itikat üzerindeki hassasiyetleri olmuştur. Bu da onların, Kur’an ve sünnete, Kur’an ve sünnet inancına verdikleri önemi ifade eder ki, elbette onlar için övülmeye değer bir davranış ve kıymet hükmüdür.

Çağımızın alimlerinden merhum Sait Havva, kendi ifadesiyle “tasavvuf ve sûfiyye isimlerini duymaya bile razı olmayan” insanlara, şöyle seslenmektedir:

“Böylelerine “yavaş olun” diyorum. Çünkü Nahiv, Bedi, Maâni, Fıkıh ve başka ilim dallarında olduğu gibi, bu da bir ıstılahtır. Alimlerin de ifade ettiği gibi, ıstılahlarda sürtüşme olmaz. Hatta bu asrımızda bile İbni Teymiyye’nin fetvalarından iki cilt, Ahlak ve Tasavvuf adıyla yayınlanmıştır. Kimsenin de bunu kınadığını görmedim.”( Sait Havva, Ruh Terbiyemiz, 2. Baskı, s. 14, İst. 1986.)

Görüldüğü gibi tasavvuf, “gelişen bir ilim için kullanılan ve diğer ıstılahlar gibi gelişerek asırlar boyunca kuvvet kazanan bir ıstılahtır.”( Age, s. 22.)

Sarf, Nahiv, Bedi, Beyan gibi Akait, Kelam, Fıkıh, Fıkıh usulü, Hadis usulü, Tefsir usulü vs. birçok ilimler, asr-ı saadette öz olarak, esaslar ve hükümler olarak vardı ama isim olarak yoktu. Bütün bunları bırakıp da, sadece bir ilmin ıstılahını inkar, pek mantıklı olmasa gerekir. Tasavvuf da, tıpkı onlar gibidir.

Bu münakaşalar bize ne kazandırmıştır? Hiç.

Tasavvuf, sistemi ve muhtevası itibariyle tamamen İslamî’dir. Bu gerçek göz önünde tutulduktan sonra kelimeler üzerinde titremenin, gerilmenin mânâsı yoktur.”

Kaldı ki, dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir durum da, bu yolun adını tasavvuf diye koyanlar, mutasavvıflar değildir.

Tıpkı, mezhep imamları, “Biz bir mezhep kuruyoruz. Onun ve ona uyanların adı şu olacaktır..” demedikleri hâlde, Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî mezheplerinin oluşu gibi.

“Onların yaptığı sadece peygambere uymak, onun batınî dünyasına mahrem olmaya çalışmak, böylece varlığın esrarını çözüp vahdete ermektir. Onlar, bu niyetle yola çıkıyorlar. Ötekiler, giydikleri elbiseye, sözlerine, davranışlarına, tutumlarına göre onlara ad veriyorlar.

İbn Teymiye şöyle diyor: “Müteahhir sâlihler Allah’a sülûk edene “fakir” veya “sûfi” dediler. Sonraları sûfî tabiri tutulur oldu. Bu noktaya ait münakaşa lafzî, ıstılahî, şeklîdir. Hakikatte sûfî veya fakir ile kastedilen, kitap sünnette yer alan velî, sıddîk veya sâlih kişilerdir.” (Resail, 1/45)

Sonuç itibariyle, İslâm’ın önerdiği rûhanî hayatı ilmî bir disiplin içinde inceleyen Tasavvufu, sırf “bu kelime asr-ı saadette yoktur” diye inkar, mümkün değildir.




Önceki ve Sonraki Yazılar
Cemal Nar Arşivi