Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Hüzün, Hazret-i İnsanın Hocasıdır

Hüzün, Hazret-i İnsanın Hocasıdır

Hep cezbe hâlinde yaşayageldiğim hüzün yazısı yıllar içinde yüreğimden sâdır olup kemâle ermesinden sonra, Prof. Dr. Ahmet İnam’ın, “Hüzün: Yokuşun Başında Seslenen Gökyüzü” başlıklı yazısının “Hüzün, melâli hasret ü gurbettir. Hüzün Hocamdır. Çünkü size Hocamı anlatacağım” cümlelerini daha bitirir bitirmez mânevî bir elektrik gibi yürek dilimi çarptı ve “hayret hâli”ne girdim.

Kalpleri hüzünle dolu olanları sarhoş eden bu cümleler hem lafzî, hem mânası bakımından fakirin gönlünü mâveraî efkârlara sokan ifadelerdi. Fakir, “Hocam ve Hüzün” kelimelerini yıllar önce mübarek bir “dost” olarak hem mecaz, hem gerçek mânasıyla kullanmış, satırlara dökmüş ve dostlarının damarlarına akıtmıştı.

“Hâl” benzerliği ancak bu kadar olabilirdi! Hayret makamından memnuniyet makamına geçtim. Ehl-i irfan bilir ki, “hayret” gibi “memnuniyet” de bilene bir cezbe hâli olup vehbî bir hâldir. “Demek ki” dedim, “hüzün, yaramaz ve bâtıl bir hâl değil; kalbini hüzne kaptıran, hüznü dost bilen bir ehl-i hüzün daha varmış” diyerek sevindim. Hüzne, “hüzün hastalığı” diyenlere, bu mübarek kelimeyi hastalık türüne sokanlara, hüznün samimi muhibbî olan İnam’ın cümleleriyle cevap vermek istiyorum:

“Hüzn, hüsndür. Hüsnî, manevîdir. Hüzün bizim kültürümüzün bir sesidir. Kültürümüze has bir yaşantıdır. ‘Dünya-yı ahzandır’, hüzünler dünyası. Yokuş hayattır. Hüzün yokuşun başında olmaktır. Bizi anlamlar dünyasına, gökyüzüne çıkarak, ‘yokuşun başından seslenen gökyüzü’ diyorum. Hüzün, mahzun insan demektir. Cahil, üzülür, öfkelenir, acılanır, sıkıntı duyar, hüzünlenmez. Bilen, arayan, araştırıp bulmak, buluşmak isteyen mahzun olabilir. Mahzun ve hüzünkâr patolojik bir özellik taşımaz. Mahzun ‘dünya korkağı’ değildir. Bir ‘ah’tır. Yarışmaz, atışmaz, saldırmaz. Emin ve ruh serinliği vardır onda. Hüzün, melankoli değildir. Başımıza gelmez. Biz gideriz hüzne. Biz hüznü beklemeyiz, hüzün bizi bekler. Hüzün işçilik ister. Hüznü kabullenmek, onunla barışık yaşamak, verdiği elemin yanında ruhun diriliğini görüp mutluluğu tatmak.”

“MASKELER ÇIKARILDIĞINDA GÖRÜLEBİLEN YÜZÜMÜZDÜR HÜZÜN”

Erbabının dediği gibi, hüzün iyi ve samimi bir dost. Hüznün samimiyetine dair bir ecnebî yazarın sözünü not etmiştim: “Maskeler çıkarıldığında görülebilen yüzümüzdür hüzün. En yalın, en yalansız, en gerçek hâlidir insan denen yalnız yaratığın.”

Hüzünlü bir insan sîması ararsanız, Âkif’in Mısır’da hasta yatağındayken çekilmiş fotoğrafına bakınız. Dîvan edebiyatı bir baştanbaşa hüzünkârlar geçididir. İslâmî menşe itibariyle on beş asırlık tarihi var hüznün. İslâm’ın İlk hüzünkârı Hz. Peygamberimiz (s.a.v), hüznün ilk mekânı Mekke’dir.

HÜZÜN HASTALIK DEĞİL, MÜBAREK BİR KELİMEDİR

Şükür ki yıllar sonra hüznün vehbîliğini savunan bir ehl-i hüzün daha çıktı. Prof. Dr. Kemal Sayar, bu dünyada hazret-i insan olmanın hüznün gücüyle gerçekleşeceğini ifade ediyor: “Hüzne âşina insan merhamete de âşinadır diyebilir miyiz? Hüznü hisseden insan dünyanın kırılganlığını, gelip geçiciliğini, faniliğini hisseder. Hüznü yüreğinde duyan insan kâinattaki hiçbir varlığa kırıcı, yok edici davranamaz.”

Onun, “hüzne hastalık” diyen akılcılara itiraz eden ve sanki yüreğimden fışkırmış sözlerini hurufata geçirmeyi vazife addediyorum:

“Hüzün, çok insanî, çok yaşanılası bir duygu... Kadîm medeniyetlerde hüzün her zaman insanı tekamül ettiren, onu olgunlaştıran bir tecrübe olarak görülmüş. Hüzün bize hayatın geçiciliğini, dünyanın sonluluğunu hatırlatır. Modern psikiyatride bazı başat yaklaşımlar hüznü hayatlarımızdan kovmayı teklif ediyor. Bize rahatlık üzerine kurulu, acıdan ve hüzünden yalıtılmış bir hayat vaat ediyorlar. ‘Bir ilaç al ve hayatın dertlerini unut’ diyorlar âdeta. Halbuki hüznümüz bizim öğretmenimiz olabilir. Hüzün asla bir hastalık değildir. O sezgi ve duyarlılık hâlidir. Hüznünüzü hastalığa çevirmeye yeltenenlere karşı çıkmamız gerekiyor. Hüznün, tıbbın hükümranlık alanına sokulması özellikle antidepresan ilaçlar geliştirildikten sonra yaygın olarak karşılaştığımız bir durum. Psikiyatri bilimi âdeta hayattan tüm ıstırabı, hüznü, kederi kovmak istermişçesine duygu dünyamızı ince dilimlere ayırarak onları hastalık hanesine yazıyor. Oysa hüzün insan hayatının olmazsa olmaz bir parçası. Hüzün kadîm geleneklerde bize kendi sonluluğumuzu, ölümlülüğümüzü hatırlattığı için değerlidir. Mevlâna’da olduğu gibi, Mürşidî-i kâmiller bazı müridlerini kabiliyetlerine göre edep çizgisini aşmadan nükte, latife yoluyla eğitmeye çalıştıkları gibi ‘havf’ ve hüzünle de eğitmişlerdir.”

Tasavvuf imbiğinden süzülmüş bu ifadelerin başımın üstünde yeri var. Âciz kanaatim odur ki, hüzün, bezm-i elest’te hazret-i insanla yakîn akraba olmuş kelimedir.

HER İNSANIN HÜZNÜ VAR MI?

Her kulun bir hüzün kabiliyeti ve derecesi var. Hâline göre hüznünün mertebesini bilmeli ve seviyesini yükseltmeye çalışmalıdır. Çünkü hüzünde istikamet önemlidir. Âlim ve âriflerin kapısında hüznün “trajik” ve “çatışmalı” bir hâl olmadığına kanaat ederek bir talib memnuniyetiyle çıktıktan sonra ediplerin kapısını yoklamak düştü aklıma. Müslüman Türk edebiyatı ve tasavvuf anlayışında hüzün, “Asıl vatana” ve “Asıl Sevgiliye” olan hasreti ifade eder ki, bu istikametteki ediplerin “hüzün dalgasına” tutulmaması mümkün değil. Düşündüğüm gibi çıktı. “Hüzün dalgası” nın vurduğu birkaç edipten işittiklerim memnun ediciydi.

“BEL PAZARINDA HÜZÜN SATIN ALMAK”

İskender Pala’nın hüzünkârlar câmiasına katıldığını, Rami Mehmet Paşa’ya ait “Bâzar-ı belâdır bu, gamdır satılan her gün / Alır anı bî-haddir, ammâ ki satan yoktur” beytini şerh ettiği yazısından öğrendim:

“Bu (dünya) bir belâ pazarıdır. Bu pazarda her gün satılıp duran ise yalnızca gamdır. Ne var ki alıcısı sayısızdır, ama satanı (onu başından atabilen) yoktur. Pazarda alıcı çok halde satıcının görünmeyişi, evliyanın belâ dolayısıyla Rabb’i tanıma silkine bir işarettir. İnsanoğlunun kaderi belâ üzerine kurulmuş, belâyı kendi istemiştir. Yalnızca gamın satıldığı aşk pazarında müşteriler (âşıklar) daima gam satın alırlar da içlerinden hiç kimse sahip olduğu o gamı satmak istemez. Kim sâdık bir dosttan vazgeçmek ister ki?! Yüreğinde bir gam taşıyan âşık (ister sufiye, ister beşerî aşkın gamı olsun), o gamdan güç alır, bir gün bitivermesinden korkar. Çünkü kalpteki gam devamlı Sevgili’yi düşünmek demektir. Gam yabancı birinden değil, Sevgilidendir. Sevgiliden geldikten sonra gam üstüne gam, ancak nimet üstüne nimet, ihsan üstüne ihsan sayılır. Öyle ki gama çâre bulmak abestir. Gamın çâresi, belki yine gam çekmektir

Ahmet Haşim, icaz sanatı yüksek “melâli anlamayan nesle âşina değiliz” sözünü hüzne yüklediğim tasavvufî mânada mı söylemiş bilemiyorum; fakat güzel söylemiş:

Senai Demirci de hüzne müptelâ olmuş: “Dokunan var demek ki kalbine. Ya da konulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın. Kıymetini bil ki üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün.”

Hüzne tutulduğum ilk zamanlarda şair Memduh Atalay’ın hüzünkârlığıma bigâne kalmayışına ve hüzne dair yazdıklarına çok sevinmiştim: “İnsanın hâkimiyeti, hükümranlığı, bir keseri bir çiviye vurmak kadar âşikar ve tam olduğunda bile içini hüzün kaplamalı, yüreği yanmalıdır. Hüznü unutmak zâlimlere dönmektir. Yağmur duası tutmaz elbet. Hüzün eşya sevgisine dönüştüyse, cevher ayarını kaybetmiştir. Akil taifesi, hüzün çıraklarının teslimiyetine, kendini hiç olarak görmesine inanamaz. Hüküm hazırdır: Yalan söylüyorsun! Evet, hüzün ehli mukaddes çizgisinde yalana da düşebilir. Bu düşmeye, yalana, sahteliğe rağmen, doğruluğu ve teslimiyeti kazanacak bir yürek vardır hüzün çıraklarında.”

Nazan Bekiroğlu, “Kalbin üzerinde titreyen hüznün sahibi Züleyha’nın” hüznünü yazdığı için hüznün yâranlarındandır. Hz.Yusuf’un ve Züleyha’nın hüznünü bilebilir mi modern zamanların “görsel” insanları?

Hüzün dostlarından Ali Çolak’ın görüşleri bu fakirin dimağından fışkırmış âdeta: “Hüzün tanıdık geliyor bize. Zira tarihimize hüzün tarihi diyebiliriz. En koyu hüznü Hz. Âdem yaşadı dünya gurbetine düştüğünde. Dünya bir hüzün gezegeni kesildi. Hüzün ilk insanda gurbetle tanıttı kendini. Sonra bütün peygamberler tarihi bir hüzün tarihine boyanacaktır. (...) Hüzün bir imtihandır çünkü. Sonunda bütün peygamberler bu imtihanı aşmışlardır. Hüzünden isteseniz de kaçamazsınız. O gelir ve sizi bulur...”

Hüznün müdafî olarak yalnız değilmişim. Ehl-i târik ve dervişler hüzün yolcusu olduğuna göre “belâ pazarında” hüzün satın alanlar çoğalacak. Çünkü hüznün cazibesi ve gücü dinimizden gelir: “Hüzünle sızlayan bir yüreğin iniltileri, âbidlerin Kur’an sözlerini Allah’ın isimleriyle zikretmelerine ve zâhidlerin takvâsına denk tutulmuştur.”


---------------------------------

EKYAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER

Hasan Ejderha;
Tesbihi fikirleştiren, parmaklardan gönüllere yerleştiren yüzü güleç şair!
Âlimlere, âriflere, dervişlere ve dahi talebe-i güzidelere tesbih dağıtan tesbihdar.
Tesbihi, modernizmin ve lümpenliğin elinden kurtarıp hayatımıza sokan, tesbihin bedîi vasıflarını, yani asıl yüzünü gösterip sevdiren dost kişi!
Asliyeti ve kimliği kaybettirilen, parmaklarımızın ve dualarımızın hasbî yoldaşı tesbihi soylu mevkiine oturtan, tesbihin dostu ve tesbihin tabibi gönlü bol şair!
Bu fakirin kelimelerinin sızısına yine yoldaş olmuşsun.
Âciz kelimelerimi edebî meydanınızın müstesna köşesinde toplayıp gelip geçene dağıtman ve dost kişilere yollayıp onları sızılarımla ortak kılman, gecenin saadeti içinde mağarasında hüzne duran bir münzevîye dışarıdan atılan dilâsa bir mektup gibi gönlümü mesut etti. Kapısı çalınan garip bir derviş gibi sevindim.
Eyvallah aziz dost.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi