Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Bir Şehir Münzevîsinin Konya Seyahati

Bir Şehir Münzevîsinin Konya Seyahati

Yaşadığı şehirden kolayca çıkmayan bir şehir münzevîsinin ecdâdın ruhunun ve medeniyetimizin âsarının dipdiri yaşadığı Konya’ya bir fikir ve gönül dostunca götürülüşü sizler için çok anlamlı olmayabilir. Fakir, âhir ömründe Güneydoğu’dan sonra Selçuklu ecdâdın başşehri Konya’ya gidip gelmiş biridir. 

Maddî ve mânevî ateşler içinde Konya’ya gidiyorum. Hem etlerim yanıyor gripten, hem manevî ateş içindeyim ecdâdı görmek heyecanından. Yaşadığı şehrin hemen güney kapısındaki Eloğlu ilçesini dahi zor geçen bir şehir münzevîsi için duygulu ve fikirliydi Konya seyahati. Yaşadığı şehri mağaralaştıran, içinde fikir ve gönül tâlimi yaptığı, ülkesini ve bütün dünyayı bu mağaradan tasavvur eden bin nev’i mistik biri için fütuhat mesabesindeydi. İsmail Göktürk’ün dediği gibi, “teorik bir adamdım, her şeyi teorik yaşayan insandım.”  

Türkiye Yazarlar Birliği K. Maraş Şube Başkanı ve KSÜ öğrt. gör. İsmail Göktürk ve oğlu Memduh’la Yazarlar Birliğinin Bölge Toplantısı’na katılmak ve tarihî mekânları ziyaret etmek üzere yola revan olduk. Orta Toroslar’ın baş döndürücü ihtişamını taşıyan Tekir, Çamalan ve Kırkgeçit Mevkii’nden geçiyoruz. Yüce dağların başında kar var. Etekleri yeşil ve boz. Etrafımız Torosların azametiyle çevrili kıvrım kıvrım vadileri aşıyoruz. Ah, Toroslar ne kadar muhteşem öyle! Yamaçlarında asırlar öncesinin Türkmen ve Yörüklerini görür gibiydim. 

O muhteşem Toroslar’dan utandım, simsiyah som asfalt üstünde hızla giden modernizmin araçlarıyla geçmekten. Kırkgeçit tünelleri, Toroslar’da gedik açmış bir fatih edası taşıyordu. Dağların altından sanki bir fatih gibi geçiyor, bir tünelden girip bir tünelden çıkıyorduk. Sanılır ki, fütuhata gidiyoruz. Derûnumdaki hakikat tam da böyle. Bin miligramlık türküler ara vermeden eşlik ediyor duygu ve düşüncelerime. Vecd içindeyim her saniye. 

Baktığım her yerde tarihimi ve ecdâdımı görüyorum. Bir karayılan gibi akıyor asfalt önümüzde. Modern zamanların hızı olan araç bir fetih yolculuğuna çıkan “hazret-i at’a” dönüşüyor içimde. Başı dumanlı Toroslar düşüncelerimi alıp ulu ecdâdın göçlerini, iskânlarını hatırlatıyor sürekli. Sarp dağların diplerinden giden kara treni gösteriyor İsmail. Kara tren dağların altında en mahrumiyetli yerlerden gidiyordu. Hüzünlendim hızla akıp giden bir araçta olmaktan. Keşke kara trende olsaydım, dedim. Kara tren Yemen’e seferlerine giden Mehmet’leri, Memişleri aklıma düşürdü. “Ulukışla” yol ayrımındayız. Trenler İstanbul’dan çıkıp bu kışlalarda durup giderdi tâ Yemen’e, Bağdat’a. Hüzün ve gözyaşı götürürdü. 

MEDENİYET KURAN ECDÂDIMIZ GİBİ GEÇTİM BOZKIRDAN

Dağlar bitmiş, bozkır başlamıştı. Önümüzde bozkır. İlk kez bozkırdan geçecektim. Oysa ecdâdım asırlar önce bu bozkırları geçip medeniyet inşa etmişler kapkara topraklarda. İsmail Göktürk, bozkırdan geçerken üstüme üstüme geliyor: “Atalarımız bu bozkırı geçip medeniyet inşa etmişler. Sen, yaylalardan bozkıra inmeye cesaret edemeyip, dağların serinliğinde Karacaoğlan gibi Türkmenlerin arasında dolaşıp durdun.”

Fakirin ne haddinedir Konya ve bozkırı tasvir etmek. Tanpınar söyleyecek söz bırakmamış: “Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok ârızalı bir arazinin arasından ufka dalma bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk Sultanlarının şehrinde bulursunuz. Dışardan bu kadar gizlenen Konya içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer.”

Bozkır baştanbaşa hüzün ve yalnızlıkla çevriliydi. Bozkırın insanının muhayyilesini düşündüm. Geceleri ne hissederler bu ağaçsız, tepesiz, ırmaksız, vadisiz dümdüz boz ovalarda. Şair Ali Akbaş’ın “Biz bozkır çocukları hâlâ köyde yediğimiz un helvasını mukaddes Selvâ ve çocukluk yıllarımda içtiğim pekmez şerbetini, Bezm-i elest’te içilen şerbet sanarak onun hazzıyla sarhoş dolaşırız” sözleri dilime geldi birden. 

Bozkır’dan çok müteessir oldum. Cengiz Aytmatov’un “Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçüktür. İnsan çok güçlü ve hünerli olmalıydı burada” sözlerini şimdi anlayabiliyordum. Yüreğime indi bozkır. Nefsime ağır geldi. Utandım sonra. Bozkır’da yaşayanlar daha hüzünlü olmalıydı. Türküleri daha yanık, daha feryatlı olmalıydı muhakkak. 

Rus hikâyeci Çevhov’un yazdıkları tam da söylemek istediklerimdi şimdi: “Bozkırda gidersiniz, gidersiniz, yüksekliklerin nerede başlayıp bittiğini anlayamazsınız. Ne ufak bir esinti, ne küçük bir çıtırtı, ne de kıpırdayan bir bulutçuk. Gecelerinde bıldırcınlar, çalıkuşları ötmez. Orman vadilerinde bülbüller şakımaz, türlü çiçekler kalmaz. Ama bozkır gene de güzeldir, hayat doludur. Güneş batar batmaz gündüz ki eziyetler unutulmuş, boğucu sıcağın çektirdikleri bağışlanmış gibi ince bir sis tabiatı kaplar, engin bozkır geniş göğsüyle hafif hafif soğur. Uçsuz bucaksız, görülmeyen sisli ufuklar.  Sanki dünya bu şekilde rutin dümdüz. Her yer aynı ve serap var sanki. Kımıltı yok...”

BOZKIRDA HÜZÜN VARDI

Evet,  bozkırda çiçek yok, ev yok, ırmak yok, dağ yok, insan yok, kapkara topraklar. Her şey sükut hâlinde, ses ve gürültü, tabiat ve mekân sınırı yok.  Her şey apaçık, gizlisi saklısı yok. Bu duygular içinde merhum Osman Yüksel Serdengeçti mısraları üşüşdü yüreğime: “ Topraktan ve güneşten gelen sonsuz saltanat / Bozkır sükun, bozkır ruh, bozkır bir derviş gibi / Kendi kendinden geçmiş, Allah’ı görmüş gibi.”   

Bozkır’ın ortasında bir vaha gibi duran Karapınar ilçesinde konaklayıp Mimar Sinan’ın eseri olan 2. Selim Külliyesi’nde vakti eda ettik. Selçuklu mimarisinin nişânesi kesme taştan yapılan külliyede câmi, imaret, arasta, kervansaray, medrese kalbimi alıp Selçuklu zamanlarına götürdü. 

Konya’ya yatsıdan önce dahil olduğumuzda dilimde Hz. Mevlâna, Şems Hz.leri ve despot cumhuriyet dönemi Konya ulemasının en kahramanı Hacıveyis Efendi vardı. Bütün gayem bu zâtları ziyaret edip mânen ellerini öpmekti. Konya Yazarlar Birliği Şubesi ve Büyükşehir Belediyesi beraberce bütün misafirleri hoşça karşılayıp Selçuklu’nun başşehrine yaraşır bir şekilde hazırlıklar yapmışlar. İki gün iki gece ulvî ve tarihî mekânları iki katlı otobüsle adım adım dolaştırdılar. Her mekânda görgülü ve malumatlı ev sahipliğinin yanında işinin uzmanı bir rehber olarak Kur’an okuyup, toplu dua etmemize  vesile oldular. Bir hayli yazarı bir arada gördüm. En çokta Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan ağabeyin bu güzide insanlar arasında olmasına sevindim. 

KONYA DEMEK HZ. MEVLÂNA VE HACIVEYİS EFENDİ DEMEKTİR 

Konya demek, Mevlâna dergâhı demekti. Hz. Mevlâna Türbesi’nde vecd içindeydim. Türbe üzerindeki kubbe, “Kubbe-i hadra” (yeşil türbe)  denilen külah biçiminde on altı dilimli kubbeydi. Hz. Pîrin yanında babası Bahaeddin Veled, oğlu Sultan Veled,  Kâtibi ve Halifesi  Hüsameddin Çelebi, talebesi Selahaddin Zerkubi, torunları ve yakınları yatıyordu. Dergâhın içinde asırların ulvî ruhaniyeti dolaşıyordu.  Mescid, Semâhâne, derviş hücreleri, matbah (mutfak) ve ateşbâz-ı veli’nin ocağına dokunurken Hz. Mevlâna’nın insanı bu mekânda inşa edişinin arka plânının öyle kitaplarda okunan gibi olmadığını anladım. Ateşbâz Veli’nin Türbesi’nde fazlaca heyecanlanıp, dua sonrasında “bizim ateşbâzımız da İsmail Göktürk’tür” diye ortalığa zarf atmışım, sonradan hatırlıyorum. Hasan Paşa, Sinan Paşa, Hürrem Paşa, Murad Paşa Kızı ve Mehmet Bey türbelerine dokundukça Selçuklu ecdâdın ellerine dokunmuş gibi oldum.

Şems Hz..leri Câmii ve Türbesi’ne yaklaşırken aşkın ve dostluğun en yücesine sahip Şems-i Tebrizi Hz. lerinin ulvî hüzünle örülü hayatını düşündüm. Konya’nın kalbiydi bu mekânlar. Vecd içinde ecdâdın kapılarında, kirli zamanımızın vebalini taşımanın mahcubiyetiyle bir bir diz çöküp hâlimi arz ediyordum. Sadreddin Konevi Câmii ve Türbesi’nde, İplikçi Câmii’nde, Sahip Ata Câmii’nde aynı ezik duygular içinde başım önümdeydi. Alaaddin Câmii’ni dışarıdan seyrettim ve önündeki Sultan Alaaddin’nin Sarayı’nın duvarlarını yıkan Kemalist Cumhuriyet haramîlerine Allah affetsin ağır hakaret ettim içimden. Karatay Medresesi’ni zaman kıtlığından dokunup geçtim. 

Bu vecd içinde ev sahiplerimize, “fakiri, Hacıveyis Efendi’nin Tek Parti dönemi ve sonrasında vazife yaptığı câmiye götürün” dedim. İkindiyi o kahraman ve mazlum, o güzel ve âsil âlim hocanın adını taşıyan câmide geçirdim. Erbabı bilir ki, Hacıveyis Efendi deyince, zulüm ve kan kokan kirli cumhuriyetin 40’lı yıllarındaki Konya’sında lâ-dinî Kemalistlerin eziyetlerine rağmen âlim âsaletini kaybetmeyen bir kahraman akla gelir. Evsahiplerime “Bu âlimin, ikinci veya üçüncü kuşak bir torunu veya yakini varsa götürün ki yürekten bir zarf atayım. Dedeleri Hacıveyis Efendi’nin damarını ve dilini sürdürüyorlar mı bir sorayım?” Dediler ki: “Onu anlatabilecek bir torunu var, o da İstanbul’da ilahiyatçı öğretim üyesi Mustafa Fayda’dır.”    

Ev sahiplerimiz bu ulvî gıdanın ardından Konya’nın diğer gıdası olan Meram Bağları’nda hususi yemekleriyle ağırladılar. Meram’a tırmanmadan önce Tavusbaba Türbesi’ni ziyaret ettik ki, hikâyesi erbabınca mâlumdur.  

KARAMAN’DA HZ. YUNUS’U VE TAPDUK ŞEYHİ GÖRDÜM

Karamanoğlu Mehmet Bey’in yurdundayız. Şehre girer girmez Karamanoğlu’nun yaptırdığı Selçuklu taş yapı mimarisiyle içinde câmi, medrese ve birçok özelliği olan külliye tarzındaki “İmaret”i gördük. Doğruyu söylemek gerekirse Karaman’da Karamanoğlu Mehmet Bey’den ziyade Ak Tekke (Mâder-i Mevlâna) Câmii ile Yunus Emre Câmii ve Türbesi çekip aldı ve heyecanlandırdı beni. Mevlâna’nın annesi Mümine Hatun., abisi Alaaddin Çelebi ve yakınlarıyla Karamanoğlu Seyfeddin Süleyman’ın sandukalı mezarları yana yanaydı Ak Tekke Câmii cemaat mahfilinde. Ehli bilir ki, yedi asırlık taş yapısıyla fakiri hüzünlendiren Yunus Emre Câmii’ndeki Yunus Emre ve Tapduk Emre’ye ait mezarlar birer makamdı. Meşreben Mevlevîlerden daha çok Hz. Yunus’a yakınlığımdan olacak ki, âcizane pek duygulandım bu mekânda.  

Karaman’dan sonra 1650 metre yükseklikteki Güney Torosların zirvesindeyiz. Torosların başı yine dumanlı ve karlı. Bozkır’dan sonra âdeta göklerde kanat çırpıyoruz türküler ve ilahiler eşliğinde. Kıvrım kıvrım iniyoruz Akdeniz iklimine doğru. Önümüzde Mut platosu. Yüce Torosların çevirdiği zeytin ağaçlarıyla dolu geniş bir ova. Bozkırın ardından Torosların arasında 1300 metre yükseklikteki yemyeşil ve serin ovada olmanın duygusunu türkülerin nağmeleriyle yaşadım. Sağ yanımızda adıyla müsemma Göksu Irmağı başını taştan taşa, vadiden vadiye vura vura bize eşlik ediyordu. Göksu arada bir kayboluyordu Torosların derin yataklarında. Sonra yeniden kendini gösteriyordu. 

İsmail Göktürk, habire zarf atıyor yüreğime yüreğime. “Ben, Göksu ile olduğu gibi Kızılırmak’la, Fırat’la da biliş oldum zamanında. Senin Karacaoğlan bu dağlarda ve yaylarda dolaşmış hep. Bozkırı dolaşmaya cesaret edememiş, buralarda gönlünü eğlemiş” diyor. “ İyi de aziz dost, bu fakir meşreben Karacaoğlan’dan ziyade bozkırda medeniyet kurmuş Hz. Mevlânalara, Yunuslara, Ahî Evranlara daha yakın” diyorum.    

TOROSLARIN ZİRVESİ 1650 METREDEN BİR METREYE TÜRKÜLER EŞLİĞİNDE İNDİM

Nihayet, 1650 metreden 1 metreye ayak basıyoruz Akdeniz’in Akkent ilçesine. Sahilde modernizm vardı ve vecdimi anında kaybettim. İsmail anladı bunu, yönünü Cennet ve Cehennem Ziyareti’ne ve Astım Mağarası’na çevirdi. Modernizmden uzaklaştırıverdi ruhumuzu. Sahilden bir kilometre kadar yamaçlara tırmanıyoruz. “Buralarda Yörükler yaşar ve deve olur” der demez karşımıza iki tane deve çıkmasın mı? İsmail, tutturdu “sen de keramet var, bu develerle fotoğraf çektirmelisin” dedi. Kırmadım, Efendimiz s.a.v’in ve âyetlerin adından övgüyle bahsettiği mübarek develerle fotoğraf çektirdim. 

ASTIM MAĞARASINDA HİSSETTİKLERİM

Mânevî mânada ve Batı’nın ideolojik ve felsefî mağaraları hakkında bir dosya yazı hazırlayan fakir, hayatında bir mağaraya hiç girmemiş. Bu garabeti Yaradan’ın kullarına ibret için oluşturduğu Astım Mağarası’nda çektiğim eziyetleri, zihnimde oluşan fikrî ve manevî çağrışımları yaşayınca anladım. Bir minare merdiveni çapında daracık bir kuyu ağzından doksan basamak iniyorum yer altına. Her yer nem ve karanlık, kadîm zamanlardan, bilmediğimiz dünyalardan hayâller ve semboller çağrıştıran onbinlerce çeşit sarkıtlar, figürler, şekiller, motifler kayadan duvarları ve yerleri doldurmuştu. 

Bir pozitivist ve materyalist için bu manzara Dante’nin Cehennemi’ne benzeyebilir, Batılıların zihniyeti için “dehşet” uyandırabilirdi. Fakat, tasavvufî bakışla bir Müslüman için Allah’ın kainat üzerindeki ibretli ve ulvî tecellilerinden bir manzaraydı. Fakir de bu mâna da dokundu ve seyretti, Allah’ın tecellisinden doğan bu sanat eserlerine. Şunu söylemek gerekir ki, mağarada hapis olmanın veya çileye çekilmenin, öyle sözle, yazıyla ifade edilen bir keyfiyet olmadığını titreyerek hissettim.

Evet, bir şehir münzevîsi olarak Konya’yı ve çevresini Toroslar’dan Akdeniz’e bir daire çizerek dolaşıp geldim. İsmail Göktürk’ü mahcup etmedim. Sağ olsun başım dönerken elimden tuttu, söyleşti, bildiğini anlattı, yedirdi, çaya perişan etmedi, acemiliğime örtü oldu kafile içinde ve mekânlarda.           


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi