Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Kocatepe muhribimizi vuran da biz değil miydik?

Kocatepe muhribimizi vuran da biz değil miydik?

Niye yine Uludere ve niye yeniden?.. Aradan 5 ay geçtikten sonra tekrar Uludere’yi tartışıyoruz...

CHP’liler de konuşuyor, BDP’liler de...

Hüseyin Gülerce de konuşuyor, Ali Bayramoğlu da!..

Bejan Matur da konuşuyor, Cengiz Çandar da!..

Ağzı olan konuşuyor.

İşin tuhaf tarafı;

“Medya önünde konuşmaması” gerekenler de konuşuyor...

Meselâ, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin diyor ki;

“Bu hayatını kaybeden insanlarımız kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler. Sağ ele geçirilmiş olsalardı, kaçakçılık suçundan yargılanıyor olacaklardı...

Orada 34 insanımız ki çoğu yaşı küçük insanlar, gençlerimiz, bunlar, bu olayın sadece figüranlarıdır. Esas filmin büyüğüne bakmak lazım. Filmin senaristi var, filmin baş oyuncuları var. Orada biz figüranlara takılıp kalıyoruz. Büyük film, bölücü terör örgütünün yönettiği kaçakçılık olayıdır. Bu gençler de oraya götürülmüşlerdir, kaçakçılık yaptırılmışlardır...

Bu, özür dilenecek mahiyete dönüşmüş bir olay değildir henüz. Arka planı vardır. Filmin bütününe bakıldığında özür dilenecek bir yanı yoktur...”

İdris Naim Şahin bunları söyleyince, bu defa AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik çıkıyor ekranlara ve başlıyor konuşmaya;

“PKK’nın kaçakçılıktan bir şekilde pay aldığı, beslendiği bilinmektedir. PKK’nın kaçakçılıktan beslenmesi ve kaçakçılıktan pay alması, sadece rızkını kazanmaya çalışan, ama illegal yolla da olsa ekmek parası çıkarmaya çalışan bu insanları PKK’nın figüranları yapmaz.

Bunlar kaçakçılık yaptığı için tabii ki suçludur. Ancak kaçakçılık suçuna verilecek ceza bellidir. Meselenin bu çerçevede ele alınması gerekiyor.

Sayın Bakanımızın yaptığı açıklamaların önemli bir kısmına katılmıyorum. Sayın Bakan’ın bu yaklaşımını ve üslubunu insani bulmuyoruz. Sayın Bakan’ın üslubunun ve yaklaşımının AK Parti hükümetine ve AK Parti’ye ait bir yaklaşım ve üslup olmadığı da ortadadır.”

İş mi şimdi bu?..

Tam da Başbakan’ın; “Hata!.. Özür!.. Tazminat” dediği şu günlerde, “Hükümet’in bir üyesi” ile “partinin bir üyesi”nin “kapışma” olarak yorumlanabilecek bu “atışma”sı, acaba kime yarar?..

FIRSAT BU FIRSAT!

Ve yine;

Uludere’den dolayı İdris Naim Şahin’in sözlerini ve dolayısıyla “Hükümet’in ciddiyetsiz tavrı”nı eleştiren Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin, “Fırsat bu fırsat” deyip, “cemaati eleştiren” sözlerinden dolayı Ali Bayramoğlu’na çakması, acaba kimleri memnun eder?..

Bana öyle geliyor ki;

Bu olayı fırsat bilip, “ekran”lara çıkanlar; orada “olayla ilgili görüşlerini” aktarmak yerine, orasını “muarızlarına çakma” yeri olarak kullanıyorlar!

Yani, birbirleriyle hesaplaşıyorlar!..

Bu da bana “basitlik” geliyor...

Hani “kırmızı ışık”ta geçmeyi marifet sayanların “şark kurnazlığı” vardır ya; “Uludere” vesilesiyle “başka hesap görenler”in yaptığı da budur!..

Olay, gerçekten “vahim”dir ve elbette tartışılmalıdır ama “dramatize” ayaklarına yatma uyanıklığına yeltenmeden!..

Meselâ, Bejan Matur’un yaptığı budur!..

Neymiş; “devlet, Kürt töresini bilmiyor”muş!.. “Kürt töresi”nde, “cenaze çıkan eve, taziye için bile olsa 3 gün uğranmaz”mış!.. Uludere Kaymakamı Naif Yavuz, bir “Kürt” olduğu halde “bu töreyi bilmediği”(!) için Ortasu köyüne taziyeye gitmiş ve “köylülerin saldırısı”na uğramış!..

Bu, ne “sığ”lıktır, bu ne “çarpıtma”dır ve bu ne “dezenformasyon”dur ki, bu kadın, sırf “Kürtçülük” yapma uğruna milletin gözünün içine baka baka yalan söylüyor!..

Sormak lâzım Bejan Hanım’a;

Hadi diyelim ki, “Muşlu” olduğu halde “töreyi bilmeyen(!)” Kaymakam, “taziye”ye gelince saldırıya uğradı...

Peki; aynı gün, “cenaze”lerin de, “cenaze töreni”nin de, “taziye”nin de içine eden PKK’lılar ve BDP’lilerin yaptığı töreye uygun muydu ki, köylülerden gık çıkmadı!?!..

Ne yani;

“Devlet” gelince “töre” işliyor da,

“PKK veya BDP”ye işlemiyor mu?..

Bırakın şu “Şark kurnazlığı”nı!..

Vazgeçin şu “uyanıklık”lardan!..

Dürüst olun, dürüst!..

ULUDERE... NİYE YENİDEN?

Görüyorsunuz ya; gerçekten “vahim” bir olay üzerine neleri konuşuyoruz...

Oysa; Uludere’yi konuşurken, etrafımızda gelişen “iç ve dış olaylara” bakmakta ve “tuzağı görmekte” fayda var diye düşünüyorum...

Evet sormamız lâzım: Niye Uludere, niye yeniden?..

AK Parti Milletvekili Şamil Tayyar’ın dün işaret ettiği gibi;

“Uludere, PKK/KCK operasyonlarıyla eş zamanlı yürütülen ve yeni anayasaya eklenmesi düşünülen Kürt meselesinin çözümüne dair reformun tepesine ‘balyoz’ gibi indi.

Sonra ‘İstihbaratı kim verdi?’ sorusu üzerinden Emniyet-MİT krizi alevlendirilerek Hükümet-cemaat tartışmasına kadar uzanan bir dizi yapay gündemle siyasi sonuçların doğması arzulandı.

Kimileri de durumdan vazife çıkartarak tutuklu vekiller, Ergenekon ve Balyoz davalarında tahliyelerin önünü açacak yasal düzenlemelere fırsat kolladı.

Dışarıdaki gelişmeler de can yakıcıydı.

Sözüm ona can düşmanı İran’a yakınlığı ile bilinen Şii El Maliki’ye Irak’ı teslim eden ABD, kenara çekilerek ‘Şii-Sünni’ çatışmasına zemin hazırladı...

Suriye krizi zamana yayılarak mezhep ateşine odun atıldı.

Bir tarafta mezhep çatışması tehdidi, diğer taraftan İran sopasıyla başta Suudi Arabistan olmak üzere Sünni ülkeler, Amerikan silah firmaları için birer pazara dönüştü... Diğer ülkeler de Çin ve Rusya’nın kucağına itildi.

Bu gelişmeler yeni ittifakları doğurdu veya eski düşmanlıkların yeniden hortlamasına kapı araladı.

İran ve Suriye ile PKK’nın ilişkisi, yeniden güncellendi. Irak’taki bölgesel Kürt yönetimi ile Türkiye arasındaki mesafe azaldı. Maliki-Haşimi çatışması üzerinden Kuzey Irak’ta (resmi) Kürt Devleti’nin yolları döşenir oldu.

Barzani, Irak merkezi yönetimine rest çekerek Eylül’e kadar talepleri yerine getirilmezse bağımsızlıklarını ilan edecekleri sinyalini verdi.

Başka?

WSJ’NİN ZAMANLAMASI

ABD’nin Şikago kentinde başlayan

NATO zirvesine İsrail davet edilmedi...

NATO Genel Sekreteri yalanlasa da İsrail’in zirveye çağrılmaması, Türkiye’nin vetosu olarak algılandı.

Dörtyol’da 3 istihbarat subayı, Mavi Marmara’nın Akdeniz’e açıldığı 30 Mayıs 2010 günü İskenderun’da 6 askerimizin şehit edildiği olaydaki gibi pusuya düşürüldü.

İsrail’e ait bir uçak, KKTC hava sahasını tam 5 kez ihlal etti, İncirlik’ten kaldırılan 2 F-16 savaş uçağı İsrail uçağını sınır dışına çıkardı.

Doğu Akdeniz’de İsrail’le birlikte doğalgaz avına çıkan Rumlar, Türkiye ile ihtilaflı karasularında yeniden petrol aramaya başladı.

Bu arada Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, ABD’ye gitti, gündemdeki konulardan biri, Predatör alımıydı.

12 Haziran seçimleri öncesi yoğunlaşan ancak ara verilen AK Partili kadrolar ve dini gruplara yönelik Doğu ve Güneydoğu’daki PKK saldırıları yeniden hız kazandı.

AK Parti Şırnak İl Başkan Yardımcısı Ali Kılınç ve Diyarbakır Kayapınar Basın Sorumlusu Umut Aydın öldürüldü, Kulp İlçe Başkanı Veysel Çelik kaçırıldı, Diyarbakır Erkek Yetiştirme Yurdu’na saldırı düzenlendi.

Amaç, Kürtlerle devlet arasındaki gönül köprülerini yıkmaktı.

Derken...

ABD’deki Wall Street Journal, Uludere’de 34 kişinin ölümüne yol açan istihbaratın Amerika kontrolündeki insansız hava aracı Predatör kaynaklı olduğunu iddia etti, Türkiye karıştı.

Haberin sunumu, zamanlaması, tartışma biçimi ve kaynakları, içinde fazlaca hesabı barındıran bir senaryoyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.”

Görüyorsunuz ya;

Yeniden “Uludere pazarlaması”na girişenler, “taşları” tek tek döşemişler.

Söyleyin Allah aşkına;

“Uludere tartışmaları”nın 5 ay sonra yeniden gündeme getirilmesinde sayılan bu unsurların hiç mi rolü yoktur?..

Hele bir düşünün;

“Sahipleri Yahudi” olan Wall Street Journal’da “Uludere haberi”nin çıktığı günlerde “Kıbrıs Rum Kesimi”nde neler oluyor?..

İsrail askerleri, artık “burnumuzun dibine” kadar gelecek, güya; “Adada petrol ve doğalgaz çıkaran İsrail firmasını koruma” amacıyla Kıbrıs’a çöreklenecekti!..

Dile kolay; “tam 20-30 bin İsrail askeri”, Türkiye’nin sadece “65-70 kilometre” uzağında “üs” kuracaktı!..

Ne yani;

Wall Street Journal; Türk kamuoyunda bu konunun tartışılmasını engellemek için “Uludere’nin fitili”ni yeniden ateşlemiş olamaz mı?!?..

KOCATEPE’Yİ DE BİZ VURDUK!

İtiraf edelim ki, başardılar!..

İşte görüyorsunuz;

5 ay önce “Predatör”ler mi vurdu, “F-16’lar” mı diye tartışırken, birkaç gün öncesinde “İstihbaratı kim verdi” diye tartışmaya, şimdi de “Vur emrini kim verdi”yi konuşmaya başladık...

Yalnız, bir ayrıntıyı kaçırıyoruz.

Uludere, bizim tarihimizde “yanlışlıkla” yaptığımız ilk “bombalama” değil ki!..

Tarihte “17 devlet” kurmakla övünen ama “16 devlet batırdığını” gizleyen bizler, bugün “Uludere’deki yanlış bombardıman” sonucu 34 kişiyi öldürdüğümüzü konuşuyoruz da, mesela 22 Temmuz 1974’te “Kocatepe muhribi”mizi bombalayıp batırdığımızı niye hiç konuşmuyoruz?

Öyle ya;

Tıpkı Uludere’de olduğu gibi; “yanlış istihbarat” sonucu; “Olmaması gereken yerde bulunan, bulunması gerektiği yerde bulunmadığı” söylenen Kocatepe gemisini kendi uçaklarımızla vurup, batıran bir milletiz biz!..

Dahası; “Öyle bir isabetli atış yaptık ki, bombayı geminin bacasından aşağı indirdik” diye de övünürüz!..

İşin tuhaf tarafı;

“Batırılan Kocatepe” muhribi ile yaraladığımız Adatepe ve Mareşal Çakmak muhriplerindeki askerlerimiz, “kaçakçılık yapmaya” filân değil, “Rumlarla savaşmaya” gidiyordu!..

Uludere’de 34 vatandaşımızı kaybettik, Kocatepe’de ise “54 denizci”mizi!..

Şu garabete bakın ki;

“Kocatepe gemisi”nin kaptanı Albay Güven Erkaya’yı, daha sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı yaptık, iyi mi?..

Dün, “Kocatepe faciası”nı araştırırken, şöyle bir cümle okudum:

“Türk bayrağı taşıyan ve Türkçe konuşulan gemilerin Türk uçakları tarafından batırılmasından dolayı kimse Türkiye’yi suçlamadı! Zaten bir süre ‘devlet sırrı’ olarak kalan bu facia nedeniyle Türkiye içinde de kimse kimseyi suçlamadı, kimseden hesap sorulmadı!

Türk Hava Kuvvetleri ile Türk Deniz Kuvvetleri arasında meydana gelen çarpışmada 54 denizci hayatını kaybetmiş oldu.”

Evet, dün; Kocatepe’yi tartışmadık, kimseyi suçlamadık, hiç kimseden hesap sormadık!..

Merak ediyorum;

Kocatepe’nin hesabını sorsaydık, acaba Uludere’yi yaşar mıydık?..

Ya da, şöyle soralım:

“Kıbrıs çıkarması”nı “barış harekâtı” olarak kutlayanlar, Uludere’ye niye “Katliam” diyor?

Kocatepe de, bir “katliam” değil mi?..

Ekip’te kimler vardı?

Olay şu: Beyaz TV’de ekrana gelen Med-Cezir programında yaşanan kavgalar, önceki geceye damgasını vurmuş...

28 Şubat’ta “yalan haberler”le iktidarı yıpratmaya çalışan ve TSK’nın talimatıyla kurulduğu iddia edilen Ekip gazetesi hakkında konuşan Can Ataklı, bu iddiaları yalanlayınca eski Refah Partisi Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan canlı yayına bağlanmış...

Hasan Hüseyin Ceylan ve gazeteci Can Ataklı arasındaki kavgaya yayına telefonla bağlanan Ümit Zileli de katılınca Med Cezir’de ortalık karışmış... Hasan Hüseyin Ceylan, tartışmada; Ümit Zileli’yi cahillikle suçlayınca Zileli yayını terketmiş!..

Evet, olay bu... Ama “tartışılan” konu ne, onu tam anlayamadım... Can Ataklı, “ağzından köpükler saçarak” bağırmakla, ona-buna “parmak sallamak”la ve Anadolu tabiriyle “gözlerini belertmek”le haklı çıkacağını mı sanıyor?..

Ekip gazetesinin sahibi, “Bilgin Yayıncılık adına Dinç Bilgin” değil miydi?.. Bu gazete; “dindarlara çamur atmak” için çıkarılmamış mıydı?.. Ha TSK emretmiş, ha Dinç Bilgin’in kendisi çıkartmış!..

Ne farkeder ki?.. O gazetenin çıktığını ve her gün “irin kustuğunu” kimse inkâr edemez!..

Kaldı ki; “Çevik Bir’in talimatıyla manşet atan” patron ve ekibi, “TSK’nın talimatı” ile gazete de çıkarmış olamaz mı?..

Can Ataklı niye bu kadar gocunuyor?.. Yoksa “Ekip”ten miydi?!?..




Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi