Faruk Köse

Faruk Köse

Cemaat-Parti maçında karşılıklı şutlar

Cemaat-Parti maçında karşılıklı şutlar

Kimileri “yok” olduğunu söylese de, maalesef “Parti” ile “Cemaat” arasında bir süredir çekişme var. Olmaması lazımdı, olmasa daha iyi olurdu; ama oldu bir kere ve şimdi aslında “olan”ı telafi etmek zamanı.

Lakin taraflar yan yana durmaktansa karşı karşıya gelmeyi tercih ediyor. Acaba nasıl bir “hesap”la kim neyi yapmaya çalışıyor? Cemaat tabanına çok güveniyor, Parti de seçmenine... Sonucu, “Partinin seçmen kümesi”yle “Cemaatin mensup kümesi”nin kesişim noktasında yer alan, hem Parti seçmeni, hem de Cemaat mensubu olanların ne tarafa yaklaşacağı belirleyecek. Biz, daha önce “Parti-Cemaat çekişmesi”nin bir başka versiyonunu görmüştük. Üstelik de aynı ekolden olan bu çekişmede, her iki kesime de taban teşkil eden kitle, “Cemaat’in günlük yükümlülükler”i yerine “Parti’nin seçimden seçime oy kolaycılığı”nı tercih etmişti. Ders alana hatırlatmak istedim.
Bana öyle geliyor ki; “Ergenekon”la özdeşleşen “Derin Devlet”in tasfiyesinde, planlı ya da plansız, isteyerek ya da yolların kesişmesinden ötürü ortak hareket eden Parti ile Cemaat, tasfiye sonrasındaki “yeni derin devlet” yapılanmasının teşkili esnasında, “yeni oluşumun kontrolü” hususunda anlaşamamış gibi görünüyor. Yolların kesişim noktası geçildiğinde birlikte yeni bir yola girilip “güçlü bir ilerleyiş”e her iki taraf da rıza göstermedi; herkesin kendi yolunu takip etmekte ısrar etmesi üzerine birbirinden uzaklaşma başladı.
Acaba Parti de, Cemaat de kendi “özgün yürüyüş”ünü mü sürdürüyordu da yolları bir noktada “kesişti”, yoksa “rota tayini”nde “başka yardımcılar” mı vardı da yollar “kesiştirildi?” Bu nokta şimdilik meçhul...
İlk kez “Mavi Marmara” olayında “Parti’nin İsrail Politikası”na karşı tam aksi bir duruş gösteren cemaat, Ergenekon yapılanmasının deşifre ve tasfiye edilmesindeki inkâr edilemez rolünün verdiği yetkinliğe ve güvene dayanarak, iç politikadaki etkinliğini uluslararası politikada da sürdürmek istemiş, sanki o olayda, “Türkiye’nin İsrail politikası Parti’nin inisiyatifine bırakılamaz” demek istemişti. Yargıda kilit noktalara gelmiş, Emniyet’te ipleri eline almış, Ordu’nun siyasi gücünü dizginlemiş olmadaki rolünün büyüklüğüne bakarak, Parti’nin kurduğu Hükümetin gözü-kulağı olan MİT’i de kendi uhdesine almak istemişti de kıyamet kopmuştu, hatırlarsanız. Artık iplerin gerildiğini, tarafların aynı ipin iki ucundan tutarak karşı tarafı ara çizginin kendi tarafına çekmeye kararlı olduğunu anlamıştık.
Ancak bir süre sonra, her iki taraf da esas politikasından geri adım atmamak kaydıyla, “maç”ın dostluk içinde geçtiğine dair karşılıklı beyanlarla kamuoyunda oluşan gerginliği yumuşatmayı yeğlediler. İyi de ettiler. Artık uluorta çekişmenin yerine, karşılıklı taktik ataklar başladı. İş, uzaktan şut atışlarıyla karşı tarafın kalesini yoklamaya vardı.
Bu kapsamda ilk atak Parti’den geldi. Parti’nin lideri, Cemaat’in en önemli uluslararası etkinliğinde devasa kitlenin nabzını tutmayı bildi ve ayağına gelen topa vurarak uzun bir şut attı. “Gurbet hasrettir” deyip, “gel artık!” çağrısında bulundu. “Şu andaki tavrınızla hep birlikte bu hasretin bitmesini istediğinizi anlıyorum” diyerek, çağrısını Cemaat tabanına onaylattı.
Niyet okumayı bir kenara bırakıyor, zahire bakıyorum. Parti’nin bu şutunda yüklü anlamlardan biri şu: “Derin yapılara ve halkına yabancı unsurlara karşı Parti kendi vatanında mücadele ediyor; Cemaat ise sürece “uzak”lardan katkıda bulunuyor; ama pastadan büyük parçayı istiyor. Hadi gelin, buradan yürütün mücadelenizi. Bunu yapmıyorsanız, yaptıklarıma müdahale etmeye son verin!”
Tabiî ki Cemaat bu şutu karşılamalı, karşı şutla cevap göndermeliydi. Nasıl ki Parti, “gel artık” çağrısını cemaat mensuplarının oluşturduğu kitlenin duruşuna dayandırarak iletmişse, Cemaat de “Parti’nin ülkeyi getirdiği nokta”ya atıfta bulunarak kararın gerekçesini oluşturmayı yeğledi. Cemaat’in lideri, “gelemem” dedi; çünkü Parti’nin iktidar olduğu ülkeyi “güvensiz” buluyordu. Çağrıyı, kalabalığın heyecanının kanalize olduğu noktada siyaseten söylenmiş bir söz olarak algıladığını vurgularcasına şöyle dedi: “Zannediyorum orada alkışın ritmi, dozu biraz yükselince de herhalde, öyle bir talep imajı aldı.” Sonra, Parti’nin şutunu karşılayıp kendi şutunu attı; gelmeyeceğinin gerekçesini şöyle açıkladı: “Türkiye’de yeni problemlerin olmaması, bir kısım huzursuzlukların olmaması, bir kısım kazanımların kaybedilmemesi için yüzde bir ihtimalle oraya gitmeniz bu hususlara zarar verecekse, işte ben o endişeyle gitmek istemem.” Nihayet asıl vuruşunu yaptı. Gelip gelmeyeceğine Parti’nin ya da diğer devlet ricalinin değil, kendi ekibinin karar vereceğini ilan etti: “Bütün bu endişeler zail olduğu zaman, oturur, kendi arkadaşlarımla, kader birliği yaptığım arkadaşlarımla meseleyi detaylı görüşürüm, ondan sonra...”
Parti, Cemaat liderini Türkiye’ye gelmeye ikna edebilseydi, Cemaat Parti’nin kontrolü altına girebilirdi. Cemaat bürokrasiye yerleşti, ama onları orada tutup tutmamak bir yerde Parti’nin elinde. Bunu gören Cemaat, liderini Türkiye’ye getirerek Parti’nin siyasi gücünün ellerine teslim etmeyeceğini ilan etmiş oldu. Böylece bu kadar yaygın bir hizmet ağının basit bir siyasetle yürütülmediğini, cemaat olarak “partisel politika”ya uzak dursalar da “ince siyaset”i çok iyi bildiklerini göstermiş oldular.
Ancak, yine de hem Parti’nin, hem de Cemaat’in şunu düşünmesi lazımdı: Ne gerek vardı böyle bir çekişmeye?
Bakalım bu maç “dostluk maçı” olarak bitecek ve sahada kol kola tur mu atılacak, yoksa seyirci de sahaya girecek ve istenmeyen sonuçlar mı yaşanacak! Sizin gönlünüz hangisinden yana?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Faruk Köse Arşivi