M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Mazlumların âhları yerde kaldı

Mazlumların âhları yerde kaldı

Sultan Abdülaziz, akrep tıynetli hain Serasker Hüseyin Avni Paşa ve şürekâsı tarafından tahtından indirilip yağmur altında bin bir hakaretle Dolmabahçe'den sandalla Topkapı Sarayı'na gönderildikten, orada aç susuz bırakıldıktan, ıslak elbiselerini değiştiremeden, helâya gidip abdest alması için bir takunya bile verilmedikten, kuru tahta üzerinde yatırıldıktan dört gün sonra Ortaköy'deki Fer'iye Sarayı'na hapsedilirken ve orada şehit edilirken daha nice nice facialar yaşanmıştı. Bunlardan biri, padişah annesi, hayırsever İslam hanımı Pertevniyal Valide Sultan'ın küpelerinin hoyratça, yamyamca, vahşice, rezilce kulak memeleri yırtılarak koparılarak gasp edilmesidir.

Bir başka rezalet ve cinayet, saraydaki genç kadın hizmetkârların kapanın elinde kalmasıdır.

Evet, son bir buçuk asırlık tarihimiz böyle yüzlerce, binlerce büyük facia, rezalet, vahşet ile doludur.

Bunların her birinin âhı vardır. Âhın çoğu ahlardır. Bu ahlar konusunda Allahtan afv dilemedikçe azaplardan, rezilliklerden, rüsvalıklardan kurtulamayız.

Bizim bizzat suçumuz yok ki... Yok, ama biz en geniş manasıyla adaletle memur ve mükellefiz.

Şehit Hakan Sultan Abdülaziz, Pertevniyal Valide Sultan ve diğer mağdurlar bizden adalet bekliyor. Zalimlerin ve zulümlerinin kınanmasını bekliyor.

Osmanlıların Padişahı, Müslümanların Halifesi Sultan Abdülhamid-i Sanî hazretlerinin âhı da yerde kalmıştır.

Son Halife Abdülmecid hazretlerinin, hiçbir suçları olmadığı halde apar topar sürülen ve perişan olan Hanedan-ı âl-i Osman mensuplarının ahları...

Zalim İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla asılarak şehit edilen ulemanın, fukahanın, meşayihin, sülehanın, dervişanın ahları...

Şeyh Erbilli Esad Efendi'nin ve oğlu Şeyh Ali Efendi'nin âhları...

Ulemadan İskilipli Âtıf Efendi'nin âhı...

Şapka Kanunu'nu tenkit ettiği için asılan zavallı Erzincanlı Şalcı Bacı'nın âhı...

Kapatılan medâris-i İslamiye'nin âhları...

Kapılarına zincir vurulan zikrullah ocaklarının âhları...

Düzlenen İslam kabristanlarının âhları...

Yıkılan, satılan, kiraya verilen, kapatılan, harap edilen camilerin, mescitlerin, dergâhların âhları...

Park Otel'deki rakı sofrasından verilen emirle bir gecede Belediye tanzifat amelesine yıktırılan Ayaspaşa Camii minaresinin âhı...

Bulgarlara okkası 2,5 kuruştan balyalar halinde satılan Osmanlı arşivlerinin âhı...

Tahkir edilen Şeriat-ı Garra ahkâmının âhları...

Yasak edilen Ezan-ı Muhammedî'nin âhı...

Kur'an hurufunun, eliflerin, belerin, nunların, yâların âhı...

Parçalanan cilbabların âhları...

Mecelle-i Ahkam-ı İslamiye'nin âhı...

Yerlerde süründürülen şeâir-i İslamiye'nin âhları...

Mü'minlerin taçları olan imamelerin âhı...

Âh ne kadar çok âh var!..

Bizden beklenen adalet şudur:

Yakın tarihimizdeki bütün kötülükleri, küfürleri, cinayetleri, şenaatleri, küstahça ve açıkça işlenen fısk ve fücurlar;

Mukaddesatımıza yapılan hakaretler;

Salih Müslümanların şehit edilmesi;

Kiminin zindanlarda süründürülmesi;

Dinî inanç ve kanaatleri yüzünden Müslümanların ezilmesi, temel haklarının ayaklar altına alınması;

Doğu ve Güneydoğu halkının, yakınlarını idamdan kurtarabilmek nice gaz tenekelerini dolduracak miktarda altını rüşvet olarak vermek zorunda kalması, bu yüzden o bölgede kulplu kulpsuz altın sikke kalmaması;

Şeyh Abdülhakim Arvasî'nin Ankara Bağlum'da sürgünde ölmesi;

Bediüzzaman'a ve talebelerine yapılan zulümler, eziyetler, haksızlıklar...

Zulmün, haksızlığın, küfrün, hak ihlalinin hangi birini sayayım? Saymakla biter mi? İşte bütün bunların âhları bu memleketin, bu halkın, bu devletin üzerinde kara bulutlar gibi duruyor.

Bizden adalet bekleniyor.

Zalimleri red, takbih, tel'in etmemiz bekleniyor.

Mazlumların, mağdurların adına abideler, hayır müesseseleri yapmamız bekleniyor.

Onların hatıralarını yaşatmamız bekleniyor.

İskilipli Âtıf Efendi'ye büyük bir anıt-kabir ve etrafında İslam külliyesi yapmamız bekleniyor.

Erbilli Es'ad Efendi'nin Şehreminindeki Kelamî tekkesini yeniden inşa etmemiz bekleniyor.

Zulme uğrayan hülefâ, selâtin, ulema, süleha, meşâyih, mü'minîn, mü'minat bizden sevabını ruhlarına ihda edeceğimiz hayır hasenat, tilâvet-i Kur'an bekliyor.

Bizden; "Sizleri unutmadık, hatıralarınız kalbimizdedir; zalimleri tel'in ve takbih ediyor, sizleri rahmetle anıyoruz..." bekliyor.

Bunları yapmazsak âh bulutları dağılmaz.

Sıkıntıdan kurtulamayız.

Kulağını yere daya... Âhlar duyacaksın... Ecdadımız, büyüklerimiz bizden adalet bekliyor, dua bekliyor, adlarına sadaka-i câriye bekliyor... Zalimlerden teberri etmemiz bekleniyor...
"İkinci yazı"
Tarihçi ve edebiyatçı olmak isteyene

A benim iki gözüm!.. Tarihçiliğe ve edebiyatçılığa soyunmuşsun... Senin bugünkü Türkçenle nalbantlık, manavlık, sobacılık ve kayıkçılık yapılır ama tarihçilik ve edebiyatçılık yapılamaz.

Tarihçi ve edebiyatçı olmak istiyorsan ezberinde en az 30.000 kelime ve ıstılah olmalıdır. Hakiki lise tahsili yapmış olman gereklidir. Öyle 300 kelimelik, sokak, iletişim, çarşı pazar alışveriş Türkçesiyle, tevhid-i tedrisat eğitimiyle edebiyat, tarih, sanat olmaz.

Türkçeyi öyle bir öğreneceksin ki Şeyh Galip'in Divan'ını açıp sana bir gazel gösterecekler, hiç takılmadan, duraksamadan, uzun ve kısa hecelerde, ulamalarda hiç hata yapmadan onu önce güzelce okuyacaksın, veznini söyleyeceksin ve ardından metin şerhine geçeceksin. Mecazlar, kinayeler, istiareler, tecahül-i arifaneler... Karşındaki kâmil üstadlardan müteşekkil mümeyyiz heyeti sana aferin diyecek, 10 üzerinden 8 numara verecek ve mükâfat olarak müzeyyen ciltli bir Hüsn-ü Aşk nüshası hediye edecek.

Tarihçi ve edebiyatçı olmak için yeteri kadar Arapça ve Farsça da bilmek gerekir.

Latince, Grekçe, İtalyanca, Fransızca, Almanca ve diğer bazı lisanlara aşina olmadan (veya içinde bu elsineyi bilen kimseler bulunmayan bir heyet ile birlikte çalışmadan) derin Osmanlı tarihçisi olmak ne mümkün.

Mimarlık bileceksin, hat sanatı hakkında yeterli malûmatın olacak, fıkıhtan ve tasavvuftan anlayacaksın.

Engin bir genel kültürün olacak.

Bir mecliste nusha kelimesi mi geçti, hemen şu beyti okuyacaksın:

"Nushan maraz-ı aşka ilâç eylemedi hiç,

Ey şeyh-i keramet-fürûş ez de suyun iç!.." (Sâbit)

İhlâs denilince hemen "Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir / Bir nefes tevhidden ayrılmadım Allah bir" beytini mırıldanacaksın.(Muallim Naci)

Tarihçi, edebiyatçı, âlim, fazıl olmak o kadar kolay değil. Ezberinde yüzlerce mısra, beyit, rubai, kıt'a bulunması lazım.

Şeriat bilmeden, tasavvuf bilmeden, Türkiye'de tarihçi, edebiyatçı, âlim, ârif, kâmil olmak mümkün müdür?

Çok soğuk bir kış günü bir mangalın etrafında âlim bir kimseyle cahil biri ısınıyormuş. Âlim "En-nâru fâkihetü'ş-şita" (=Ateş kışın meyvesidir.) demiş. Cahil otuz iki dişiyle sırıtarak "Tarabulus'un narları emme de kocaman olur" cevabını vermiş...

Ümidin kırılmasın, vaktin var... Hiç zaman kaybetmeden kendine ehliyetli ve liyakatli Osmanlıca, ilim, irfan, fıkıh, şeriat, tasavvuf, sanat hocaları bul. Gece gündüz onlardan ilim öğren, öğrendiklerini hafızana nakşet; bunlardan hayata uygulanması gerekenleri hayatına uygula. Artık beş sene mi geçer on sene mi, kısmetin ve istidadın varsa tarihçi ve edebiyatçı çırağı olabilirsin.

"Yüksel ki, yerin bu yer değildir / Dünyaya geliş hüner değildir."

02.07.2012

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi