Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Maraş’ta Bir Mağara Vardı

Maraş’ta Bir Mağara Vardı

Maraş’ta bir mağara vardı. Ayıların, kurtların kaldığı bir mağara değildi. Ecinninin ve haramîlerin mağarası da değildi. Eflatun’un mağarası hiç değildi. Elindeki kılıçla hükümferma olanların ikâmet ettiği mağara da değildi. Ehl-i ticaret ve paraperestlerin yatıp kalktığı bir mağara aslâ değildi. Yedi Uyurlar’ın ve münzevî ermişlerin halvet ettiği mağaralardan da değildi.

Ülkemize ithal edilen Batı’nın düşünce, felsefe ve sanatlarından yapılma mağaralarda karanlık vardı. Maraş’taki mağara ise aydınlık saçardı. Modern “uygarlığa” teslim olmuş resmî “kurum ve kuruluşların” fikren muarızıydı.

Maraş’taki bu mekâna “mağara” demekten maksat, medenî muhtevası ve hususiyetleri yok edilen şehrin mekânlarından farklı ve gözlerden âzâde oluşuydu. Şehrin Pınarbaşı mıntıkasında olması, müdâvimlerinin hâlet ve düşüncesinde mânevî bakımdan bir uzletgâh havası oluşturuyor ve bir mağara çağrışımı yapıyordu. Şehrin menfî tesirinden bir müddet de olsa uzaklaşıp bu mekânda toplanmak mağara duygusunu kuvvetlice veriyordu

Kimlerindi bu mağara? Efradını ve nizamını kimler oluştururdu? Neyin tâlimi yapılırdı? Gönül alınır, kalp mi yapılırdı? İnsanların mağarada ne işi vardı? Şehrin dahilinde mağara mı olurdu? Kimdi bu mağaranın sahibi?

Bir Hocam’dı. Bir Hocam âlimdi, ârifti ve ehl-i dildi. Münevveranın ve talebenin derdine derman olur, onlarla onların dilinden konuşurdu. Bu mağarada yapılan sohbetler, müdâvimlerin hakikati bulma yolu, yani seyr u sülûku idi. Bu mağaranın ışığı şehrin ışıklarına benzemezdi. Gönlü ışıtan nurlu bir ışıktı.

Maraş’taki mağara Bir Hocam’ın ilim ve irfanıyla meydana gelen Mekteb-i İrfandı. Yaygın nâmıyla “Fikir Dükkânı”ydı. Bilgiye ve gönüllere açılan bir kapıydı. Girişi kolay, çıkışı kalben zordu. Lisanî bir bağımlılık yapardı.

Mağaraya duhul eden okumuş, okumamış her Allah’ın kulu kısa sürede mânevî ve meşrebî bir alışkanlık kazanır, sonra aidiyet hisseder ve bir daha ayrılmak istemezdi. Çünkü kalbinden ve fikrinden tutuluyordu mağaraya.

“Homoekonomikus”un hâkim olduğu bu çağda hazret-i insan kalabilmenin tâlimi yapılırdı bu mağarada. Kalp ve kafa inşa edilirdi. Kalp ve kafaca mâsivaya kapılanlar, kalben ve ruhen düşkün olanlar bu mağaraya yolu düşmüşse şayet muhakkak tedavi olup iyileşirlerdi.

Dünyalık her nesne ve imkâna mâlik olup da adam olamayan yarımlar adam edilirdi. Adam gibi adam yapılırdı ham ervahlar. Kırık kalpler tâmir edilir, pas tutmuş gönüller cilalanırdı. Ham duygular ve düşünceler pişirilir ve kemâlâta erdirilirdi.

Müdâvimler her cuma gecesi “taze ölüyü bekleyen mezar” arzusuyla giderlerdi bu mağaraya. Nefsiyle ve dünya ile dâvası olan mağara dostları seher vaktine kadar aşk ve vecd içinde süren Bir Hocam’ın sohbetleriyle mânevî ve fikrî bakımdan ihya olmuş bir halde dönerlerdi evlerine.

Bir Hocam’ın sohbetlerinde bulunanlar onun lisanî câzibesine tutulur ve bir daha ayrılmazlardı bu mağaradan. Müdâvimler ilme’l yakîn mertebede bulunsalar da, kütüphane raflarının dolusu kitap okumuş olsalar da, onun sohbetinden sonra ne kadar yavan, dünyevî ve kitabî malûmatlar yığını içinde boş yere boğulduklarını anlardı.

Bu mekânda “utmak için sohbet edilmez” ve bilenle bilmeyen arasında tafra satmak, rekabet etmek fiili aslâ olmazdı.

Mağara efradınca yatsıyı kıldıktan sonra yatıp uyuyanlar kınanırdı. Çünkü mağara ehli, geceleri fikrî, edebî ve tasavvufî sohbetlerle tâlim etmesi gereken hüzünkâr bir dâva adamıydı.

Modernizmin dayattığı bir biçim olarak kıdemlilerin önde, gençlerin arkada oturduğu sevimsiz ve samimîyetsiz bir oturma düzeni görülmezdi. Derece, rütbe ve mevki olmazdı bu mağara erkânında. Hiyerarşik oturma düzeni yoktu ve minderler numaralı değildi. Bir Hocam boş bulunan bir yere otururdu. Gelenekli sohbetimizdeki oturma âdâbı yaşatılırdı.

Kelâmın ve sohbetin kudreti, fikrin ve ilmin hası ile birleştirilir; İslâm, millet, medeniyet, tasavvuf ve insan üstüne tâlim yapılır, terbiye görülürdü bu mağarada. Fakat aslâ bu tâlim ve terbiye tâğutî rejimin “kurum ve kuruluşlarında” yer kapmak için vesile edilmez ve harcanmazdı. Vakt-i Saadet’te olduğu gibi Yaradan’a ve Resûlüne ayarlı fikir ve gönül tâlimi yapılırdı yalnızca.

Şehirden bu mağaraya giden yolu bilen bilmeyene öğretirdi. “Mağaraya gider” diye bir tabela yoktu. Böyle bir fiil, denî “uygarlık” elinde esir olan şehrin yasalarına aykırıydı ve cürüm sayılırdı.

Şehrin karşısında meşrûiyeti tanınmamıştı bu mağaranın. Şehrin iktidarına göre gayr-ı meşru addedilirdi. Varlığını yârân ve müdavimlerinin yürek gücüyle sürdürüyordu.

----------------------------------------

İLÂVE YAZI:

GÖNLÜME DÜŞENLER

Ökkeş Ekberoğlu; nizam-âlem Türklerinden ve bu kolun ileri gelenlerinden. Fikir Dükkânı’nın, yani Mekteb-i İrfan’ın müdavimlerinden olup, “Bir Hocam”ın hususi bağlılarından. Devlet mektebinde “kırık ayak” bir talebe iken, hocası olan “Bir Hocam”ın, elinden tutmasıyla hidayete eren, fikrî şahsiyete kavuşan, alp iken alperen olan sevimli bu gönül dostu, Hocası’nın peşinden ayrılmayan sâdık biridir. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nu çok seven bir alperendir. Serazat bir Türk iken maişet ve aile nizamı içinde yerleşik hayata geçerek, istikrarlı bir yolda gençlere “reislik” etmekte ve göz kulak olmaktadır. Dostluğun pîrleri ondan râzı olsun.





Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi