Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Özal’ın bozulmayan naaşı... Daha yaşarken mumyalanıyoruz!

Özal’ın bozulmayan naaşı... Daha yaşarken mumyalanıyoruz!

Önceki günkü Bugün gazetesinin manşetinde yer alan haberde, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Er­gün’ün “isyan”ına yer verilmiş...“Bilimsel faaliyetlere ilgisizlik”ten yakınan Bakan Ergün demiş ki;


“Her ilimize bilim ve teknoloji merkezi kuracağımıza düğün salonu açsaydık daha büyük ilgi çekerdi... Böylece, medyanın da ilgi odağı olurduk.

Bilimsel başarıya maalesef değer verilmiyor... Kas gücüyle şampiyon olana 10 kilo altın veriliyor, beyin gücüyle şampiyon olana ise sadece dolma kalem veriyoruz!”

Son derece doğru tespitler.

Gerçekten de;

“Bilimsel faaliyetlere” hiç önem vermiyor, bunun yerine “hoşumuza giden yorum­lara” daha fazla değer veriyoruz...

İşin tuhaf tarafı;

“Bilim adamları”mız ve anlı-şanlı “profesör”lerimiz de, hiçbir araştırma gereği duymadan “söylenenle­re” inanıyor.

Efendim; malûmlarınız olduğu üzre; 8. Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın kabri 19 yıl sonra açıldı ve naaşına “otopsi” yapıldıktan sonra tekrar defnedildi.

CESET NİYE ÇÜRÜMEDİ?

Kabir açılınca görüldü ki; merhum Turgut Özal’ın naaşı, “kafatası” hariç, “hiç bozulmadan” bütünlüğü­nü koruyor.

Yani, 19 yıldır çürümemiş...

İşte bunun üzerine “her kafadan bir ses” çıkmaya başladı... Kimi profesör; mezarda “su” bulunduğunu, ortamın “soğuk”, merhum Özal’ın “yağ dokusu”nun da fazla olduğunu bunun da “çürüme”yi önlediğini söyledi, kimi de Özal’ın “şehit” olduğunu, “şehitlerin bedenlerinin de çürümeyeceğini” ifade etti...

Konuşan, konuşana!..

“Profesör”ler de konuştu,

“İlâhiyatçı”lar da!..

Hani; “Şeyh uçmaz, mürid uçurur” diye bir sözümüz vardır ya, aynen onun gibi; merhum Özal’ı da uçurdular.

Kim “şehit”tir, kim değildir, elbette bilemeyiz... Onu Cenab-ı Allah’tan başka kimse bilemez... Rahmetli Özal’ın “şehit” olduğuna can-ı gönülden inanmak isteriz.

İnşallah “şehit”tir...

Ve inşallah, cesedi de “şehit” olduğu için 19 yıldır çürümemiştir.

Ne var ki;

“Bilimsel gerçekleri” de gözardı etmemeliyiz... Yani; merhum Özal’ın naaşı “şehit” olduğu için mi, meza­rında “su” bulunduğu için mi, yoksa başka bir sebeple mi çürümemiştir, bunun sebeplerini araştırmalı­yız.

19 NİSAN’DA MUMYALANDI

“Özal’ın cesedinin sapasağlam olduğu ve çürümediği” yönündeki haberler kamuoyuna yansıyınca, me­rak edip küçük bir araştırma yaptım.

Karşıma, 28 Kasım 2004 tarihli Hürriyet’in manşeti çıktı... “5 günlük mumyalama” başlıklı manşetin detayları şöyleydi:

“Rahmetli Özal’ın vücut boşluklarına formol dolduruldu, dokulara da yine formol enjekte edildi. Yüzey­sel kokuşma için de vücut yüzeyine, deriye formalin sürüldü ve kefenlendi.

Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ölümünden sonra 2 asker imam tarafından GATA’nın gasilhanesinde yı­kandı. GATA’nın emekli komutanı Tümgeneral Ömer Şarlak kitabında ilk kez bunu anlatırken, kefenle­nen naaşın 5 gün sonra İstanbul’da defnedileceği için mumyalandığını açıklıyor. Mumyalama, Semra Hanım ve Korkut Özal’ın izniyle, 11 paşa önünde dev enjektörlerle yapılmış.”

Olayın ayrıntısı şöyle anlatılıyordu:

Turgut Özal’ın vefat ettiği 17 Nisan 1993 akşamı, cenazesi saat 22.00’de gizlice GATA’nın morgundaki 5 numaralı soğutucuya yerleştirilir... Kardeş Korkut Özal’ın onayıyla GATA’nın 2 asker imamı eşliğin­de yıkanmaya başlar.

Korkut Özal, “Ağabeyim Allah’ına kavuştu. O artık çok mutludur. Ölümünden dolayı üzüntü duyulma­ması gerekir” der ve dualar okur...

19 Nisan 1993’te GATA’da görevli bütün general arkadaşlarını hastaneye çağıran Ömer Şarlak, mumya­lamada Tuğamiral İnal Ülgenalp, Tuğgeneraller Levent Karaca, Fahrettin Alpaslan, Sabri Devecioğlu, Nusret Aras, Şakir Tanındı, M. Ali Gündoğan, Çetin Harmankaya, Hikmet Tanboğa, Deniz Demirkan ve kendisi dahil 11 generalin hazır bulunduğunu belirtiyor ve 3 Aralık günü çıkan kitabında bu işlemi şöy­le anlatıyor:

“Kefenli olarak rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal sedye ile otopsi masasına yatırıldı ve kefeni açıl­dı. Görevliler formol solüsyonları ve büyük enjektörler hazırlamışlardı. Prof. Albay Rıfkı Finci, Doç. Yarbay Ömer Günhan ve otopsi teknisyeni Mustafa Okumuş gerekli tahnit işlemini gerçekleştirdi.

Bu işlemde vücut boşluklarına, yağ ve kas dokularının yoğun bulunduğu bölgelere formol dolduruldu veya 50-100 cc.lik enjektörlerle enjekte edildi. Yüzeysel kokuşmayı önlemek için de vücut yüzeyine, deriye formalin sürüldü ve tekrar kefenlendi.

Sonraki günlerde rahmetli Özal için yapılan törenlerde, İstanbul’a uçakla nakledilişinde ve İstanbul’da mezarına konulması esnasında yakınındakiler formol kokusunu yoğun olarak hissettiklerini ifade etti­ler.”

Olay, özetle budur efendim...

Merhum Özal, 19 Nisan 1993’te, GATA’da görevli “11 general” tarafından “mumyalanmıştır!”

“Şehit” olup-olmadığını elbette bilemem... Benim bildiğim, cesedinin; “mumyalandığı” için bozulmadı­ğıdır.

Mumyalanmamış olsaydı, naaş yine “sağlam” kalır mıydı?.. Allah öyle takdir ettiyse, niye kalmasın?..

CESETLER NİYE ÇÜRÜMÜYOR?

Bu mevzu ile doğrudan alâkalı değil ama, bir hususu daha gündeme getirmenin tam sırasıdır...

Bakan Ergün’ü haklı olarak isyan ettiren “bilimsel faaliyetlere ilgisizlik”ten olsa gerek, yıllar önce bu kö­şede gündeme getirdiğim “gıdalardaki katkı maddelerinin cesetlerin çürümesini geciktirdiği” yönünde­ki yazım da pek ilgi görmemişti.

Evet, ben bir “bilim adamı” değilim... Ama; “cesetlerin geç çürüdüğüne” dair haberler yoğunlaşınca, bunun “katkı maddeleri”nden kaynaklanmış olabileceğini yazdım...

Hiç kimse tınmadı...

Ama, “Özal’ın naaşı” olayından sonra, bu ihtimal de gündeme getirilmeye başlandı.

Bu görüşleri sıklıkla gündeme getirenlerden biri de, Prof. Dr. Barbaros Çetin...

Prof. Çetin diyor ki;

“Son birkaç yıldır Avrupa’daki mezarlıklarda bazı insan cesetleri çürümüyor.

Çünkü Avrupa sanayi devrimi geçirdi, aşırı kirlendi ve uzun yıllardır hep konserve ve koruyuculu gıda üretiyor. Dolayısıyla insan kimyasallarla, koruyucularla kendini mumyaladı. Vücuduna onlar birikti, atamıyor... İnsan cesetleri, şimdi çürümüyor.

İnsanlar çürümemeye başladıysa gezegenin biyolojik yapısı ölen diğer bitkileri hayvanları nasıl çevire­cek? Biyolojik çevrim olmazsa dünya ölü bataklığına dönüşecek.”

KİMYA DEPOSU GİBİYİZ!

Tek tehlike bu mu?..

Yani, dünya “ölü bataklığı”na dönüşmekle mi kalacak?.. Ya diğer zararları?..

Prof. Barbaros Çetin;

Tüm “hazır gıda”ların içerisinde ve “fast food”larda bozulmayı ve çürümeyi engelleyici madde olan “monosodyum glutamat” kullanıldığını, “Çin Tuzu” olarak adlandırılan bu maddenin zararlarının orta­ya çıkmaya başladığını söylüyor ve bunları da şöyle sıralıyor:

1- Kanser, Alzheimer, Huntington, Parkinson gibi hastalıklara yol açmak.

2- Bebeklerde ve çocuklarda zeka gelişimini yavaşlatma.

3- Fazla miktarda kullanıldığında baş ağrısı, (migreni olanlar için) migreni tetikleme, ensede yanma his­si.

4- Düzenli tüketiminde; yağ birikimi, doyma mekanizmasında bozukluk, obezite, böbrek ve karaciğer­de önemli hasarlar.

Şu hâle bakın;

“Katkı maddeleri”nden dolayı hem dünyada “hastalık”larla boğuşuyoruz, hem de öldükten sonra “top­rağa karışamıyoruz.”

Garip ama, gerçek;

İnsanlığın doyumsuz hırsı; hem “dünya”sını, hem de “öldükten sonrası”nı zindan ediyor... İnsanoğlu, farkında olmadan kendi kendini mumyalıyor!..

“Oysa” diyor Prof. Çetin;

“Parçalanıp ekosisteme geri dönelim diye toprağa gömülüyoruz... Burada bizi organik halden inorga­nik hale dönüştürecek bakteriler, mantarlar ve böcekler var... Fakat toprak gün geçtikçe kirleniyor...

Avrupa’ya bakın. Sanayii devrimi geçirdi, kirlendi. Son 5 yıldır bazı mezarlıklarda cesetlerin çürümedi­ği gözleniyor. Fabrika atıkları, otomobillerden çıkan gazlar, yağmur suyu gibi iklimsel faaliyetlerle top­rağa geçiyor.

Bu yüzden toprakta bizi ayrıştıracak olan canlı türlerinin miktarı, mililitrede milyarlardan binlere düş­tü.

Bu birinci sebep.”

Ya ikincisi?

“İçinde koruyucu madde olduğu için 30-40 gün bozulmayan sütler var.

Yoğurtlarda, artık mantar oluşmuyor... Yaşarken besin zinciri yoluyla aldığımız gıdalarla, konserveler­le vücudumuza giren kimyasallar var... Bunların başında gıdaların ömrünü uzatan koruyucu maddeler ve tarım ilacı kalıntıları geliyor. Karaciğerde, dalakta özellikle de yağ dokularında birikiyorlar. Vücut bunları yok edemiyor. Kimya deposuna dönüyoruz, öldüğümüzde bu kimyasallar bir çeşit mumyala­ma etkisine neden oluyor. Beden bozulmuyor.

Böyle giderse ne olur?..

Dünya ölü bataklığına döner. Bu bir çeşit ekolojik kıyamettir... Geçen yıl Amerika’daki Dünya Nüfûs Merkezi’nin yaptığı bir açıklamaya göre; modern insan var olduğundan bugüne kadar yeryüzünde ölen insan sayısı yaklaşık 108 milyar... Bu kadar kişi öldü ve sisteme geri döndü. Bu, bir kısır döngüdür. Bu­nun devam etmesi gerekiyor.”

Bu döngü durursa ne olur?..

Bana öyle geliyor ki;

Bu gidişle “insan” olarak ölüp, mezardan “zombi” olarak fışkırmamız işten bile değil!..

Ne olur;

“Kimyasal atık deposu” olmaktan bir an önce kurtulalım,

Artık “insanlaşalım!”


İnce ince, Muharrem İnce

Eskiden, ekranlarda bir Yasemin Yalçın fırtınası eserdi...

Onun oynadığı “İnce İnce Yasemince” parodilerini izlemek için, yayınlanacağı günü iple çekerdik...

“Olay”ları ve “kişi”leri ince ince hicveder, güldürürken düşündürürdü.

Kılıktan kılığa girerdi. Kâh, “İtilmiş-Kakılmış”la kadınlara uygulanan şiddeti gündeme getirir, kâh “Şu­ayip” ile uçkuruna düşkün bir erkeği canlandırırdı... “Gülazer”de polisi oyuna getiren bir kadını, “Süra­hi Hanım”da eli sıkı bir babaannenin “cimri”liğini gözler önüne sererdi...

“Başbayan” ve “Alican” tiplemeleri de elbette unutulamaz...

Yasemin Yalçın, hâlâ ekranlarda...

Ama ya “seyredilmeyen televizyonlar”da olduğundan ya da eskisi gibi güldüremediğinden, eski ilgiyi görmüyor. Tabiî, tabiat boşluk kabul etmediği gibi, “ekran”lar da boşluk kabul etmiyor...

“İnce İnce Yasemince”den doğan boşluk, şimdilerde CHP’li Muharrem İnce tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Muharrem İnce, elbette “Yasemince”den doğan boşluğu dolduramıyor ama “gülme” ihtiya­cımızı bir nebze de olsun karşılıyor... Kendisi, “çok ciddi lâflar” ettiğini zannetse de, siyasetin “Yase­mince”sini oynadığının farkında değil...

En son “parodi”si şu: “Televizyonlar, bana yeterince yer vermiyor!”

Anlaşılan o ki; “haberler”de yer almak kesmiyor kendisini...

Herhalde; “müzik programları”nda, “yarışma”larda ve hatta “belgesel”lerde de yer almak istiyor.

Ben olsam, talebini yerine getirirdim... Öyle ya; “İnce İnce Yasemince” yerine, koy “İnce ince Muhar­rem İnce”yi, bol bol gülsün millet!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi