M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Cumhuriyet Devrinde Basın Hürriyeti

Cumhuriyet Devrinde Basın Hürriyeti

Cumhuriyet devrinde Türkiye'de basın ve fikir hürriyetini bir de benden dinleyiniz.

Yıl 1923... Kurulan Cumhuriyet dıştan bir İslam cumhuriyetidir. Anayasada, devletin dininin İslam olduğu yazılıdır (Madde 2). Cumhuriyetin İstanbul'da, Büyük Millet Meclis'i tarafından seçilmiş bir Halifesi vardır. Kabinede, eski Şeyhülislamın yerinde, sarıklı cüppeli bir Şer'iye Vekili (Şeriat İşleri Bakanı) bulunmaktadır. Hafta tatili cuma günüdür. Cumhurbaşkanı M. Kemal'in hanımı, saçının bir telini bile göstermeyecek şekilde sımsıkı tesettür kıyafetiyle gezmektedir.

İslam medreseleri, tasavvuf tekkeleri açıktır, faaliyettedir. Mahkemelerde Şeriat hukukundan çıkartılmış Mecelle'ye göre hüküm verilmektedir. M. Kemal karısını "tatlik" etmiştir.

Bu İslam cumhuriyetinin ömrü pek kısa olur. İşte 1923 ile 2012 yılları arasındaki en geniş matbuat (basın) hürriyeti bu kısa İslam devrinde olmuştur.

Ondan sonra CHP oligarşik rejimi başlamış, basın hürriyeti kısıla kısıla bitirilmiştir.

1938'de İsmet Paşa başa geçmiş, basın konusundaki kısıtlamalar, zulümler, baskılar 1945'e kadar devam etmiştir.

1945'te İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, ABD'nin baskısıyla çok partili rejime geçilmiş, azıcık basın hürriyeti olmuştur.

1950/1960 yılları arasında Adnan Menderes rejiminde nispî bir basın hürriyeti olmuşsa da, bugünkü kadar olmamıştır. Adnan Menderes, Selanik Dönmesi Ahmed Emin Yalman'ın Malatya'da vurulmasından sonra sayıları 33 olan islamî gazete ve dergileri, çeşitli baskı ve tehditlerle kapattırmıştır.

27 Mayıs 1960 askerî darbesi: Basın ve düşünce hürriyetinin belini kırmıştır.

12 Mart 1971 askerî darbesi: Basın hürriyetinin anasını ağlatmıştır. Sıkıyönetim, bendenize ait BUGÜN ve Babıâlide SABAH gazetelerini süresiz olarak kapatmıştır.

12 Eylül 1980 darbesi: Basın ve fikir hürriyetinin celladı olmuştur.

28 Şubat postmodern askerî darbe: Basın hürriyetine en ağır ve alçakça darbeleri indirmiştir.

BUGÜN:

Çok geniş bir basın hürriyeti vardır. Lakin bu hürriyet muhaliflerin ve vatanseverlerin çok büyük çoğunluğu tarafından tarafından kullanılmamaktadır.

Basın hürriyetinin olduğunun ispatı:

Cumhuriyet, Sözcü ve diğer bazı gazetelerin en ağır ve vurucu şekilde muhalefet yapabilmeleridir.

Bir ülkede basın hürriyeti var, fakat muhalifler bunu kullanamıyorsa problem onlardadır.

Büyük gazetelerin ve tv'lerin Karun gibi zengin patronları, siyasî iktidarla iyi geçinmek istiyor ve bu yüzden muhalefet yapmıyorlarsa, onların bu çekingenliği basın hürriyeti olmadığına delalet etmez.

SORU:

Sen basın hürriyeti var diyorsun ama cezaevlerinde hayli gazeteci tutuklu olarak çile dolduruyor...

CEVAP: Onlar basın ve fikir suçlarından dolayı tutuklu değildir. Cumhuriyet ve Sözcü'de, diğer bazı gazete ve dergilerde iktidara ateş püsküren muhalif gazeteciler niçin hapiste değiller?

Peki asıl mesele nedir?

Hukuk meselesi değil, ahlak, vicdan ve karakter meselesidir.

Şayet birtakım gazeteciler ve tv'ciler, kendi patronlarının ve şahıslarının menfaatlerini korumak için sessiz kalıyor, vazifelerini yapmıyorlar, kötülükleri yazmıyorlarsa mesele onlardadır.

M. Kemal'e ve İsmet'e kafa tutan, Yarın gazetesinde ateşli muhalefet yapan Arif Oruç'u düşünelim. Baktı ki, Türkiye'de gazetecilik yapamayacak, Bulgaristan krallığına kaçtı ve gazetesini orada çıkarttı.

Kim ne derse desin bugün Türkiyede, çok geniş bir fikir ve basın hürriyeti vardır.

Gazeteler ve tv'ler gerçekleri korkmadan yazmakla söylemek mükelleftir. Patronlar ve yöneticiler şahsî menfaatleri yüzünden yazmıyorlarsa, ucuz bahaneler onları sorumluluktan ve vebaldan kurtarmaz.

Suçun büyüğü, basın hürriyetini kullanmayan menfaatperest ödlek ve korkaklardadır.

* (İkinci yazı)

Reformcular Vazifelerini Yaptılar

1960'larda, 70'lerde Osmanlıdan kalan son icazetli ulema, fukaha ve ziyalı Müslümanlar vefat ettikten sonra dinde reformcu, yenilikçi, değişimci yerli oryantalistler meydanı boş buldular ve İslam'ı içinden yıkma ve tahrip faaliyetlerine hız verdiler.

Aralarında vazife taksimi yaptılar.

Bir kısmı laik ve Kemalist reformculuk yapacak; İslam ile Kemalizm ideolojisinin uyumlu ve bağdaşır olduğu tezini savunacaktı.

Bir kısmı Farmason Afganî, Farmason Abduh ve onların tilmizi bozuk Reşid Rıza'yı bayraklaştıracaktı.

Bir kısmı tasavvuf ve tarikat düşmanlığı yapacaktı.

Bir kısmı, Ehli Sünneti yıkmak için İmam Ebû Hanifeyi kötüleyecekti.

Bir kısmı Sünneti ve hadîsleri inkar edecekti.

Bir kısmı üç hak ibrahimî din vardır, üçünün bağlıları da Cennetliktir sapık inancını çıkaracaktı.

Bir kısmı, re'y ve heva ile Kur'an tercümesi, meali, tefsiri yazıp Müslümanların aklını karıştıracaktı.

Bir kısmı mezhepsizlik yapacaktı.

Bir kısmı Fazlurrahmacılık, bir kısmı İbn Teymiyecilik, bir kısmı Mutezile, bir kısmı İbahiye, bir kısmı Haricilik...

Velhasıl Ehl-i Sünnet İslamlığına yüz koldan saldırdılar.

Sünnî Ümmet birliğini yıktılar, ortaya yüzlerce İslamcılık fırkası, Protestanlık ekolü çıkarttılar.

Ooooh!.. Müslümanları bölmüş, parçalamış, birbirine düşürmüşlerdi.

Ehl-i Sünnet birliği gitmiş, yerine İslam Protestanlığı mozaiği gelmişti.

Müslümanlar birbirine girmişti. O'cular, Şu'cular, Bu'cular...

Herkes din hakkında kendi re'y ve hevasıyla konuşuyor, ahkam kesiyordu.

Ümmet şuuru gitmiş, yerine fırka ve cemaat holiganlığı gelmişti.

Zaten Siyonistlerin, Haçlıların, emperyalistlerin, sömürgecilerin, münafıkların, BOP'çuların istediği de bu değil miydi?

Doğrusu din tahripçileri kendilerine verilen vazifeyi yapmışlardı ama âhiretlerini de, ebedî saadetlerini de berbat etmişlerdi.

Onlar, âhiretlerini berbat edecek ne yapmışlar?

Ümmet birliğini parçalamış olmak kendilerine kötülük olarak yetmez mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi