Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Sen değil miydin Bingöl’de boyalı yumurta satan?

Sen değil miydin Bingöl’de boyalı yumurta satan?

12 Kasım günü Rize’de, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nin açılış törenine katılan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı dinlerken; ben de “40-50 yıl önceki yıllara” gittim... Başbakan Erdoğan’ın yaşadığı “sıkıntılar”ın aynısını ben de yaşadım.


Erdoğan, ne diyordu Rize’de;

“Rize’ye ayağında sağlam çarıkla inebilelim diye yalın ayak yürüyen çocuklar vardı... Biz kurşun kalemi 1 cm kalana kadar kullanmaktan, ekmeğin içini silgi yapan noktadan bu noktaya geldik.”

Gördüğünüz gibi;

Ayağa geçirilen “çarık”lar “sağlam” kalsın diye “yalın ayak” yürümüş çocuklar...

Kurşun kalemler “1 cm” kalana kadar kullanılmış... “Ekmeğin içi” de silgi yapılmış!..

PENİSİLİN KAPAĞINDAN SİLGİ

Biz de yaşadık o günleri...

“Ekmeğin içi”ni “silgi” olarak kullanmasak da, “ekmek hamuru”nu “yapışkan” olarak kullandık... “Defter” ve “kitap”larımızı “gazete kâğıdı” ile kaplarken ya da yine gazete kağıdından “uçurtma” yaparken, “yapıştırıcı” olarak “hamur” kullandık.

Bizim zamanımızda “Uhu” gibi yapıştırıcılar yoktu... Varsa da alacak paramız yoktu... “Hamur”un yanı sıra, yapıştırıcı olarak “zamk” kullanırdık... Hani, erik, kiraz ve kayısı ağaçlarının gövdelerinde oluşan “zamk”lar vardır ya, işte onları toplar, kaynatır ve “yapıştırıcı” olarak kullanırdık...

“Silgi”ye gelince...

Bilenler bilir... O zamanlar, “penisilin şişeleri”nin kapağı “lastik”tendi... İşte o “lastik”leri biriktirir, “silgi” olarak kullanırdık... Bu silgiler o kadar sertti ki, çok zaman sildiğimiz sayfa yırtılırdı...

Bizim zamanımızda;

“Hazır oyuncaklar” da yoktu...

Olsa da alacak paramız yoktu...

Dolayısıyla, kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık...

“Uçurtma”larımızı, “çember”lerimizi, “çelik-çomak”larımızı “telden araba”larımızı kendimiz yapar, onlarla oynardık.

Uzun lâfın kısası;

O yıllar, “60’lı yılların başı”ydı...

Yani; “Darbeli” ve “CHP’li” yıllar!..

“Fakirlik, yokluk ve yoksulluk” had safhadaydı... Bakkallar, bir “kibrit”i bile veresiye vermezler, parasını peşin alırlardı...

Ayağımızda ise;

Önce “kara lastik”ler, sonra da “naylon ayakkabı”lar vardı.

Dedim ya;

Başbakan, Rize’de o lâfları edince, ben de 40-50 yıl gerilere gittim... O yıllar, bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden...

Ya bugün?..

Başbakan öyle diyor ya;

“O dönemler gerilerde kaldı... Bugün, öğrencilerin hizmetinde akıllı tahtalar ve tabletler var.”

Olayın özü ve özeti şu:

Bizler “misket” nesliydik...

Şimdiki çocuklar ise;

“Disket” neslini bile gerilerde bırakıp, “internet” nesli oldular...

Neredeeen... Nereye?..

KEMAL BEY DE YUMURTA SATTI

Benim anlayamadığım şu:

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözleri, Bay Kemal Kılıçdaroğlu’nu niye rahatsız etmiş ki, kalkmış şöyle demiş;

“Rize’den 60-70 yıl önce anasının babasının nasıl yoksul olduğunu anlatıp onunla kendini tatmin etmeye çalışıyor... Bu patolojik bir vakadır. Bu sıradan bir insan olsaydı hekime teslim ederdik ama patolojik vakanın kendisi başbakan.”

Ne yani;

Şimdi, lâf mı bu?..

Dam üstünde saksağan,

Vur beline kazmayı!..

Dedim ya; Bay Kılıçdaroğlu’nun tepkisini hiç anlayamadım...

Ona “giren-çıkan” nedir?..

Erdoğan, “yoksul bir aile”nin evlâdı olarak büyüyüp, bugün “Başbakan” olduysa ve bu da, günümüz gençlerine bir “örnek” olacaksa, bunun neresi kötü?..

Burada “patolojik vak’a” olan Başbakan mıdır, yoksa Kılıçdaroğlu mu?..

Öyle ya;

Erdoğan’ın, geçmişte yaşadığı “yoksulluk”ları dile getirmesi bir “patolojik vak’a” ise, Bay Kılıçdaroğlu da “patolojik vak’a kapsamı”a girer!..

Hem de, “birinci vak’a!”

Çünkü, kendisi de;

27 Haziran 2010 tarihli Hürriyet’te, Faruk Bildirici’ye “çocukluk” ve “gençlik” yıllarını anlatmış, bol bol “açlık edebiyatı” yapmıştı!..

Meselâ, ilk şiiri “açlık” üzerineymiş...

Röportajında demiş ki;

“Bir hafta vardı, hiç unutmuyorum, fakat öğretmenler açlıkla ilgili şiir bulamamışlardı. Ortaokuldaydık. Ben açlıkla ilgili bir şiir yazdım ve götürdüm. Öğretmen ‘Çok güzel olmuş’ dedi. Gençlik yıllarında şiirler devam etti. Elazığ’da Ticaret Lisesi’ndeyken Turan gazetesine şiirler yazdım. Şimdi çok net hatırlamıyorum yazdıklarımı. Saklamadım da.”

Faruk Bildirici, “Kemal... Kemal Bey... Kılıçdaroğlu” günlerini kaleme aldığı röportajında, “Kemal”li günleri şöyle anlatmış;

“Kemal, Bingöl Genç’te ortaokulu okurken yaz aylarında hiç evde oturmadı. Her öğleyin tren istasyonundaydı... Tren yolcularına salatalık ya da soğan kabuğuyla boyadığı yumurtaları satıp para kazandı. Tuğla ocaklarında da çalıştı. Ortaokul son sınıfta daha büyük bir işe girişti. Genç’in karpuzu meşhurdu, Murat nehri kıyısındaki tarlalarda harika karpuzlar yetişirdi. Kemal de, o yaz bir arkadaşıyla beraber bir karpuz tarlası kiraladı. Zevkli bir anı olarak anlatıyor o tarlada yaşadıklarını:

Tarlayı para verip kiralamadığımız için bize düşen görev gece karpuzları korumak için tarlaya gidip orada yatmaktı. Karpuzları şehrin içine götürüp satmıyorduk. Diyelim ki Bingöl’deki birlikten askerler karpuz almak için gelirlerdi, onlara satardık. Kilosu 5 kuruştu.”

Söyleyin Allah aşkına;

İnsanların “geçmiş”leriyle ilgili bilgiler verip, “bugüne nasıl geldiklerini” anlatmaları, bir “patolojik vak’a” mıdır, bir “tatmin” şekli midir?..

Yoksa, yoksa;

Bay Kılıçdaroğlu’nun “geçmişinde gizlemek istediği bir olay” mı vardır?..

CEMAL’İ KİM ÖLDÜRDÜ

Erdoğan’a, “patolojik vak’a” dediğine göre, belki de, “kendi geçmişinin kurcalanmasını” istemiyor.

Niye mi?..

Bakın, anlatayım:

Yıl 1965... Yer Bingöl’ün Genç ilçesi...

Hani, Bay Kılıçdaroğlu’nun, “beyaz” yumurtaları “soğan kabuğu” ile “kırmızılaştırıp, sattığı” Genç ilçesi var ya, işte orası...

Bay K.K., henüz “17 yaşında”dır!..

Bir kahvede, arkadaşı Cemal ile “iskambil” oynamaktadır... O esnada, kahvenin önüne, adını şimdilik vermek istemediğim “bir arkadaşları” gelir...

“Gelsene” derler arkadaşlarına...

“Gel de, beraber oynayalım!”

Arkadaşları; “Canım biraz sıkkın!.. Şöyle bir bisikletle dolaşıp, hava almak istiyorum” der ve gider...

Şöyle bir tur attıktan sonra, gelir Kemal ile Cemal’in yanına...

“Hadi oynayalım” der!..

O arada ne olmuştur, ne bitmiştir bilinmez, “Hayır” derler, “Seni oynatmıyoruz!”

Aralarında “tartışma” çıkar!..

Tartışma, “sataşma”ya dönüşür ve hatta aralarında “itiş-kakış” yaşanır!..

Bisikletli arkadaş; “Bunun hesabını sorarım size!.. Erkekseniz, burada bekleyin!” diye öfkeyle bağırır, “bisiklet”ine atlar ve hızla evine gider.

Girer mutfağa ve koca bir “ekmek bıçağı” alıp, döner kahveye!..

Bakar ki, Kemal ortalarda yok!..

Anında “sıvışmış”tır!..

Kaçmış!.. Toz olmuştur!..

Bisikletli arkadaş, hıncını Cemal’den çıkarır!.. Kaldıkları yerden “tartışma”ya devam ederlerken, “ekmek bıçağı”nı saplar Cemal’in karnına!..

Uzatmayalım, Cemal ölür!..

Bisikletli arkadaş da, gider teslim olur ve yargılanır... Süresini tam olarak bilmiyorum ama, “uzun süre hapis” yatar!..

Aslında, asıl hedefi Kemal’dir ama o kaçtığı için, Cemal’den çıkarır hıncını!..

Eğer Kemal kaçmasaydı;

Belki Cemal ölmeyecekti...

Öyle ya; ikisi bir olup, belki öfkeli arkadaşlarının kan dökmesini engelleyebilirlerdi... Ama Kemal sıvışınca, kabak Cemal’in başında patlar!..

“Bisikletli”nin hapiste çürümesi de cabası!..

Kemal Bey, arkadaşı Cemal’in öldüğü bu “cinayet” olayını bilmem hatırlar mı?..

Mutlaka hatırlıyor olmalı!..

Hatırlıyor olmalı ki;

“Hatırlanmasını” istemiyor!..

Hatırlanırsa, “o cinayet” de hatırlanır!..

GEÇMİŞİYLE YÜZLEŞMELİ

Tam, ben “asıl patolojik vak’a”nın, “geçmişinden kaçmak” olduğunu yazacaktım ki; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, AK Parti Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda dün yaptığı konuşmanın metni geldi önüme...

Başbakan Erdoğan, konuşmasında Bay Kılıçdaroğlu’na cevap verip, demiş ki;

“Biz hiçbir konuda komplekse, eziklik hissine kapılamayız... Yeri gelmişken şu hususu da ifade etmek durumundayım; Rize’de üniversitede düzenlenen törende Rizeli çocukların, Rizeli gençlerin, tüm Türkiye çocuklarının, Türkiye gençlerinin geçmişte çektikleri eğitim çilelerini dile getirdim. Bizim bir çocuk olarak yaşadıklarımızı, anne babalarımızın yaşadıklarını, kendilerinden dinlediklerimizi dile getirdim.

CHP Genel Başkanı nedense bundan çok rahatsız olmuş... Belli ki Rizeli çocukların, Türkiye’nin çocuklarının o çilesinin, o yoksulluğunun, yoksunluğunun sebebinin CHP olduğunu biliyor ve bundan alınganlık gösteriyor.

60 yıl öncesi anlatılınca bunu kendisi patolojik vaka olarak değerlendiriyor. Patolojik vaka, çocukluğundan bahsetmek, anne babayı yadetmek değildir.

Patolojik vaka, kendi geçmişinden bahsedememek, o konuya hiç ama hiç girmemektir.

Dikkat edin CHP Genel Başkanı ne kendi kişisel tarihini, ne de CHP’nin tarihini konuşamaz... Zira her ikisinde de Dersim var. Her ikisinde de Dersim ile yüzleşmek zorunda. Zalim CHP ile mazlum Dersim arasında bir tercih yapmak zorunda ama bunu yapamıyor. İşte asıl patolojik vaka budur.”

Bay Kemal Kılıçdaroğlu;

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu “itham”larına ne der, nasıl bir cevap verir, elbette bilemiyorum... Ama eğer cevap verirse, bi zahmet; “arkadaşı Cemal’in öldürüldüğü” olaya da bir açıklık getiriversin!..

Çünkü, burada da;

“Kriminolojik bir vak’a” var!..



Müslüman mezarı üzerinde huzur!

Akit’in dün ve bugün gündeme getirdiği “Alaton’un kabir katliamı” ile ilgili haberler, ibret verici cinsten...

Malûm, muhabirimiz Murat Alan, Alaton’un yıllarca yanında çalışan Mehmet Yavuz’a ulaştı ve onun şu sözlerini aktardı:

“Villalar ve yüzme havuzunun yapıldığı dönemde, 1979’da babamla birlikte Alaton’ların hizmetinde çalışıyorduk. İnşası devam eden duvarın yanında 10’dan fazla insana ait iskelet vardı. Bir kısmı görülmesin diye duvarın altına gömüldü. Bir kısmını da babamla birlikte toplayıp mezarlığa defnettik. O duvar ve yüzme havuzunun altında Müslüman kabirleri var.”

Musevi iş adamı İshak Alaton da diyor ki; “Bu evde huzur buluyorum!”

Hangi evde?.. Temelinde, “Müslümanların kemikleri” bulunan evde!..

Merak ediyorum;

“Müslümanların kabirleri” üzerinde oturmaktan bir “Musevi” olarak mı haz almaktadır, yoksa “sıradan bir insan” olarak mı?..

Olayın bir başka boyutu da şu: Biliyorsunuz; “Marmaray Projesi” için ,yolun geçeceği güzergâhta kazı yapılırken; “Birkaç testi parçası ve kemik” çıktı diye “inşaat” durdurulmuştu...

Tabiî “tarihe ve kültüre saygı”dan!..

Peki, Alaton’un yaptığı ne?.. Ona nasıl izin verildi ki bu “villa”yı yaptı... İnşaat esnasında çıkarılan “kemik”ler ve “kırılan mezar taşları”na niye ses çıkaran olmadı?..

İshak Alaton’un “huzurunu bozmamak” için mi?!?.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi