Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Hicret’i Anlamak ve Yaşamak

Hicret’i Anlamak ve Yaşamak

İslâm’ın başlangıç tarihi olarak, Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm’ın doğumu ve Mekke’nin fethi değil, Hicret’e çıkış tarihi esas alınmıştır. Hicret’in mâna ve ehemmiyetini bu şekilde idrak etmek gerek.

Hicret, kalpte ve toplumda zuhur eden fitne zamanında yapılan ibâdettir. Müslümanın, dînini korumak için kâfir memleketinden, yani fitne ve kötülük bulunan bir yerden Allah’ın buyruklarının yaşanacağı bir yere göç etmesidir. Bir beldede dine mugayir işler, bidatlar ve zulümler arttığında başka bir beldeye hicret etmek şart olur. Dînini muhafaza için hicret eden, cennetle müjdelenmiştir.

Canlarını ve mallarını korumak için tes¬lim olup hicret etmeyenler, kendilerine zulmedenlerdir. Kaybetmemek ve kazanmak istedikleri nimet karşılığında iman ve hürriyetlerini satanlardır.

Hicret etmeyenler, Nahl sûresi, 41. âyetinin “Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri, dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleşti¬receğiz. Ahiret karşılığı ise daha büyüktür, bilmiş ol¬salardı” buyruğunu dinleyip muhacir olsalardı, iki kez kazançlı çıkacaklardı. Allah yolunda her şeylerini terk edenlerin, terk ettiklerinden daha fazlasını hicret ettikleri yerde elde ettiklerini bilmiş olsalardı korkaklıkları galebe çalar mıydı?

RESULÛLLÂH’LA HİCRET EDENLER “MUHACİR” SIFATINI ALMIŞLARDIR

Âlimlerin görüşlerine göre, “Muhacir, derece bakımından mücahitten üstündür. Muhacir, sürekli hicreti, kendi amel ve görevi olarak ilk gayesi bilmiştir. Efendimiz âleyhisselatü vesselâm’ın, kendisiyle birlikte hicret eden sahabelerine “Muhacir” sıfatı vermesindeki mâna, iman ettikten sonra hicret etmek o şartlarda Müslüman oluşun esaslarından olmasıdır. Kâfirin hâkim olduğu bir diyarda bütün nimetleri bırakıp en zor günlerde ihlasla, feda¬karlıkla ve iman ateşiyle Resulûllâh’la beraber hicret edenler “Muhacir” sıfatını alarak kutlu sahabe olmuşlardır.

Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm, müşriklerin hâkim olduğu Mekke’de ya kalacak ve şehit olacak, ya da hürriyetini kurtarmak ve Allah’ın emirlerini gerçekleştirmek için hicret edecekti. İkinci yolu tercih ederek, Hicret sâyesinde İslâm’ı devlet yaptı ve ümmet dîni hâline getirdi. Bir yanı ölüm, meşakkat ve hüzün olan Hicret’e karar veren Resulûllâh’a, Allah Teâlâ âyetini vahyeder:

“İşte hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarı¬lanların, yolunda eziyet çekenlerin, çarpışıp öldürü¬lenlerin mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım (Bu) Allah katından bir sevaptır. Sevabın en güzeli katında olan Allah’tır” (Al-i İmran sûresi, 195. âyet).

Bu âyettendendir ki, İkinci Akabe Biatı’ından sonra Müslümanların Medine’ye hicret etmelerini buyurur: “Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi...”

Böylece Peygamberliğinin onüçüncü yılının ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başlar. Dîni için evini, malını, ailesini, akrabasını, bütün varlığını Mekke'de bırakan ilk Müslümanlar iman aşkıyla Medine’ye hicret etmeye başlarlar.
İmanın en yüksek derecesinde bir Hicret ki, Mekkeli kâfirler bile şaşırırlar. Hz. Ömer r.a. kılıcını kuşanır ve bütün müşriklere meydan okuyarak: “İşte ben dînimi korumak için Allah yolunda Hicret ediyorum. Analarını ağlatmak, karılarını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler önüme çıksın…” der.

İlk Hicret, dîni ve imanı kurtarmak üzere yapılan bir yolculuktu. Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm elli üç yaşındadır. Ebû Bekir Sıddık Hazretleri’nin evine gelir ve birlikte Sevr dağındaki mağaraya giderler. Yolun kötülüğünden dolayı mübârek ayakları kanar. Mağarada üç gece kalıp yola çıkarlar.

O KUTLU ZAMANDA YAŞAMIŞ OLSAYDIK, ÂH!

Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm’ın yola çıktığı Medine'de duyulur. Medineliler, karşılamak üzere her sabah şehir dışına çıkıp beklerler. Ümitlerini kesmek üzere iken bir Yahudi, beyazlar giyinmiş bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu görür ve “İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor” diye seslenir. Medineliler bayram sevinci içinde yollara dökülürler ve Kubâ köyünde karşılarlar. Resulûllâh’ı karşılayanların içinde olmak nasıl bir duygudur? O kutlu zamanda yaşamış olsaydık, âh!

Resulûllah bir mescid yaptırır ve burada namaz kılar. Sonra Medine’yi teşrif eder ki, yer gök, çocuk, kadın, bütün Medine halkı “Allah’ın elçisi geldi" diye sevinç çığlıkları atarlar. Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm’ın nurundan kalpleri kamaşarak sevinç çığlıkları atanlardan biri olmak ve sonra cezbeye kapılıp bayılmak nasıl bir aşk hâlidir? O kutlu çocukların arasında olsaydık, âh!

Hicretin üzerinden altı yıl geçer. Hicret eden Müslümanlar, çoğu yakın akrabaları olan Mekke’li kâfirlerle Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te Allah’ın dîni üzere savaşırlar. Hayatta kalan müşrikler Mekke’ye, Müslümanlar da Medine’ye dönerler.

EFENDİMİZ ÂLEYHİSSELÂTÜ VESSELÂM BİR RÜYA GÖRÜRLER

Hicret’in altıncı yılının Ramazan ayından sonra Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm bir rüya görürler. Rüyasında ashabıyla birlikte Kâbe’yi tavaf ediyorlardı. Bu güzel rüyayı anlattığında sahabeleri vecd içinde Efendimiz s.a.v’e baktılar. Bu bir işâret olmalıydı. Umre için hazırlık yapmalarını buyurur. Hazırlıklar tamamlanır. Binden fazla sahabesi ile Hicret’ten sonra ilk kez umre seferine çıkar.

Mekke’nin yakınında bulunan Zülhuleyfe’de Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm iki rekât namaz kılar ve “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk...” (Buyur Allahım buyur, emrine geldim. Buyur Allahım buyur, senin hiçbir ortağın yok, hamd sana…” duasını okur. Sahabeleri de aynı şekilde namazı eda ettikten sonra ihrama girerler. Dualarla Mekke’ye yaklaşırlar. Yer, gök ve melekler Resulûllâh ve sahabelerinin dualarına ve çöl gecesindeki sohbetlerine şahitti.

RESULÛLLÂH’IN ÇADIRINDA OLMAK NE BAHTİYARLIKTIR ÂH, RABBIM!

Hudeybiye’ye ulaştıklarında, Müşrikler, Efendimiz âleyhisselâtü vesselâm’ı ve ashabını Mekke’ye sokmayacaklarını bildirirler. Görüşmelerden sonra Hudeybiye anlaşması imzalanır. Anlaşmaya göre, umre ibadetini şimdi değil, ancak ertesi yıl yapabilecek ve Mekke’de üç gün kalabileceklerdi.

Kâbe-i Muazzama’ya gidememek, Resulûllâh’ın uhrevî hasret ateşiyle yanan mübarek kalbini üzmüştü. Hudeybiye mevkiinde ashabı ile bir müddet bekleşirler ve sohbet ederler. Çöl semasının altına kurulan çadırlarda kalpten kalbe neler konuşuldu; duymak ve orada olmak ne bahtiyarlıktır, âh, Rabbım!

Sonrası, hüzünlü bir dönüşün ardından, Hicret’in, kalp ve medeniyetçe olgunlaşmaya ve Asr-ı Saadet’in başlamasına vesile oluşudur.
--------------------------------------------------

İLÂVE YAZI:

İSMAİL GÖKTÜRK: “MEDENİYETİN İHYASINDAN ÖNCE İNSANIN İNŞASI GEREK”

Türkiye Yazarlar Birliği K. Maraş Şubesi Başkanı KSÜ öğrt. gör. İsmail Göktürk, Maraş’ta yapılan “Felsefe-Edebiyat ve Değerler Sempozyumu”nda yine kelimeleriyle idrakleri söken dokunaklı üslûbuyla milletin en âcil meselesini dile getirmiş. “Medeniyetin inşası için vasıflı insan yetiştirmenin…” ölçülerini ve önemini belirten, donmuş idrakleri uyandıran konuşmasından tadımlık satırlara hepimizin ihtiyacı var: “Ulu-devlet, medeniyet hamlesi yapamaz. Kültür düzeyinde kalır. Kültür üretmek, beşer olmanın gereğidir. Medeniyet hamlesi yapmak için kültürden irfan düzeyine yükseltmek gerekir. Medeniyet denildiğinde aslında medeniyetin tezahürleri olan mimari, edebiyat, mûsiki, âhilik ve vakıflar gibi müesseseler akla gelir. Oysa medeniyet, bir inancın tezahürü ve inancı ihlasla yaşayan insanın eseridir. Bir inanç tezahürü olan medeniyet kurmak için dışa vuracak ölçüde yanan bir inancı taşıyan insanın inşası lâzımdır. Efendimiz (s.a.v.) de Dar’ul Erkam’da Mescid-i Nebevî’de, belki daha sonraki karşılığı Medrese ve Tekke olan bir sistem içerisinde insanı inşa etmişti…”

********************
Allah vergisi sesi ve hançeresiyle, fikirli ve edebî metinleri sahibinden daha güzel ve dokunaklı takdim eden, okuduğu şiirleri nağmeye dönüştüren Semerkand Televizyonu programcılarından, KSÜ Kültür ve Medeniyet Topluluğu eski başkanı Mehmet Yaşar, Şehr-i Maraş’a döndü. İlk faaliyeti, hocası İsmail Göktürk’ün danışmanlığında ve Topluluğun şimdiki yönetim kurulu H. Ahmet Eralp, Bekir Büyükkurt, Mehmet Can Tezekici, Yasin Keskin gibi talebe-i güzidelerin organizatörlüğünde ozan Tolga’nın hüzünlü türküleriyle birlikte KSÜ Salonunda “Türküler Dinletisi” programını gerçekleştirmiş. Geçen yıllardaki gibi kendini dinleyen öğrenci ve hocalarını tasavvufî aşk zamanlarında ve şiir burcunda dolaştırarak hüzünlü duygular yaşatmış…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi