Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

“Hacı Devlet Efendi”den Korkan Cumhuriyetçiler

“Hacı Devlet Efendi”den Korkan Cumhuriyetçiler

Müstebit ve şerir Cumhuriyet’in Adliye Vekillerinden Esat Mahmut Bozkurt’un 27 Mart 1928’de İkdam Gazetesi’nde yazdığı “Hacı Devlet Efendi” adlı yazısı, yapılacak olan anayasaya İslâmî değerlerin yerleştirileceği endişesine kapılan sağ ve sol Atatürkçü ulusalcıların paranoya ihtiva eden “Anayasa Mahkemesi’nin ve yargının laik Cumhuriyet’i koruyan değil, İslamî cumhuriyete geçişi kolaylaştıran kararlar vermesi ve bunda epeyce yol alındığı…” beyanlarına tıpatıp benziyor. Demek ki Kemalizm’in sulbünden olanlar dün nasılsa, bugünde öyleymiş.

Oysa endişeye kapılmalarını gerektirecek hayırlı bir gelişme yok. Çünkü bu ülkedeki Cumhuriyet, Atatürkçü ilke ve inkılâpların hükümferma olduğu, askerî ve sivil mahkemelerin, kararlarına esas aldığı bir Cumhuriyettir ki, cumhurun Cumhuriyeti değildir. Resmî ağızdan Atatürkçü düşüncenin anayasada korunacağı söylenen bir sisteme, “Din-i İslâm” ve “Vatan-ı İslâm” diyerek Millî Mücadele’ye katılan milletin Cumhuriyet’i demek, hakarettir.

Laikçi Cumhuriyet Mahkemelerine “Sizin asli göreviniz rejimi korumaktır, gerisi teferruattır” diyen ve “Hacı Devlet Efendi”den ödü kopan şedit inkılâpçı Esat Mahmut’a göre devleti dini olmazmış. Nisyan ile mâlûl olanları uyandırmak, mülkümüzde hain kurt gibi dolaşan Kemalist dilli Cumhuriyet tapıcılarının atalarından ve darbecilerinden gördüğümüz zulümleri unutmamak ve Cumhuriyeti İslâmlaştırma fikrimizi diri tutmak için millet düşmanı bu şenî Cumhuriyetçinin yazısının hülâsasını duyurmayı millî bir vazife saydım:

“ZEKAT VEREN, NAMAZ KILAN, HACCA GİDEN BİR DEVLET HAYÂL EDEBİLİR MİSİNİZ?”

“Devlet, elle tutulmayan, gözle görülmeyen (mücerred) bir kavramdır. Böyle bir kavramın dini olamaz. Çünkü din insana bazı mükellefiyetler yükler. Bunları bu tür kavramlar yerine getiremez. Meselâ, İslâm dini namaz kılmayı, hacca gitmeyi, zekat vermeyi, oruç tutmayı, şehadet kelimesi getirmeyi emrediyor. Zekat veren, oruç tutan, namaz kılan, hacca giden bir devlet akla hayâle getirmek mümkün müdür? Yani devlet hacca gidecek de Hacı Devlet Efendi mi olacaktır? Rica ederim, bir devlet hayâl edebilir misiniz ki dini İslâm dini olsun ve olduktan sonra da şehadet kelimesi getirsin? Nice Türk inkılâbı ve ihtilâlcileri laiklik prensiplerini tamamen kabul etmiş ve onları benimsemiş olmakla beraber, hâlâ kanunlarımızda, başta Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda bu prensiplerle taban tabana zıt olmak üzere iki madde vardır: Biri ‘Devletin dini, dini İslâm’dır’ diyor, diğeri ‘Büyük Millet Meclisi ahkâm-ı şer’iyyenin tenfizine memurdur’ kaydını barındırıyor. Bu esasları, laik bir devletin içerisinde yaşayıp da anlamak ve kabul etmek mümkün mü? Büyük Millet Meclisi gurup gurup gezerek namaz kılmayanlara şeriatın haddini mi uygulayacak? Yani namaz kılmayanlara dayak mı atacaktır? Türk inkılâbı bir hamle ile, büyük kurtarıcının Cumhuriyet Halk Fırkası kongresinde işaret ettiği üzere fazladan olan bu maddeleri artık tarihin derinliklerine göndermelidir. Dinin devlet işlerine karışması her yerde ve her milletin başında bir belâ olmuştur. Din böyle emrediyor, din şöyle emrediyor, Allah böyle istiyor, peygamber böyle buyuruyor diye memleketi Allah adına işletilen bir çiftliğe çevirmişlerdir. Elle tutulmayan, gözle görülmeyen mefhumlarla bir takım kaba softalar Türk milletinin kaderini asırlarca devam eden hokkabazlıklarla idare etmişler. Bunların başında ise, “halife” denilen bir sahtekâr ve onun yanında “hoca” adını taşıyan bir alay bulunuyordu.”

CUMHURİYETİ “HACI DEVLET EFENDİ’YE KAPTIRMAMAYA BAŞMEZARDA AND İÇİYORLAR

Ataları gibi, zorba ve Batılı Cumhuriyet’in “Hacı Devlet Efendi”, yani İslâm Cumhuriyeti olmasından korkan günümüzdeki sağ ve sol Atatürkçü ulusalcılar telâşa kapılarak “Laikçiliğin Türk devriminin temeline yerleştirilmesindeki en büyük gayretin” M. Kemal’den sonra adı geçen azılı “inkılâpçı”ya ait olduğunu “gururla” ifade ettikten sonra Başmezar’da toplanıp, Cumhuriyet’i “Hacı Devlet Efendi”ye kaptırmamaya and içiyorlar:

“…Hilafet’in, Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, dini politikaya alet edenlerin cezalandırıldığı ‘İhanet-i Vataniye Kanunu”nun ve laikliğe aykırı kuralların 1924 Anayasası’ndan çıkarılması, hep onun zamanındadır. Devrimler sürekli küçümsenmeye, değersizleştirilmeye çalışılmaktadır Cumhuriyet devrimcileri olarak, Mahmut Esat Bozkurt’un Hukuk Devrimi’ne katkısının bundan böyle sürekli anılması, çocuklarımıza ve gençlerimize bunun öneminin anlatılması görevlerimiz arasında yer almalıdır …”

Hâsıl-ı kelâm; Kemalist inkılâpçının korktuğu “Hacı Devlet Efendi”, İslâmların, yani “Hakk’a tapan Türk milletinin” 23 Nisan 1920’de Kur’ân-ı Kerîm okutularak açılan İlk Millet Meclis’inde kararlaştırdığı Cumhuriyet’tir. Mehmet Âkif’in, Bediüzzaman Hazretleri’nin gayelerinin Hacı Devlet Cumhuriyeti olduğunu unutmamak gerek.

-------------------------------------------------

İLÂVE YAZI:

HİKÂYECİ HASAN EJDERHA’NIN, YAZICININ GÖNLÜNE ZARF ATMASI


“Aziz dost, benim de akrabam olan kalemin sevgili dostu.

"Kalem ve Yazıcının Dostluğu” hikayenizi (bu ifadeyi bilerek kullanıyorum) cezbe halinde okudum. Zira gerçekten alışılmış köşe yazısı dışında nefis bir hikayeyi okudum zevkle. Hatta bir ara uçtum okurken ve kendi kafamda kurduğum, belki de tabii olarak kurulan bir mekana gittim.

Bir orman içi evi: Ahşap, ahşabı dış mekanda oldukça eskimiş bir ev ve o evin odası. Bir masa ve masanın başında yazıcı dost. dostu kalemi elinde yazıyor, yazıyor, yazıyor. Ben de oradaymışım ama yakınlarda bir yerde bulunan pınarın suyunun aktığı yerlerden ıspatan ve yarpus toplamaya gitmişim. Zira topladığım o leziz otları yufka ekmekle dürüm edip yiyeceğiz. Bir çıkın ıspatan ve yarpuzla geliyorum; bir kaç tanede mantar bulmuşum.

Yazıcının bulunduğu odaya girdiğimde odanın buz gibi olduğunu görüyorum ve hemen dışarı çıkıp bir kucak odun alarak yeniden içeri giriyorum ve odunları teneke sobanın yanına bırakıyorum. Teneke sobanın kapısını açar açmaz yazıcı (yani sen) "dur!" diyor bana. Sonra devam ediyor. "Getirdiğin ardıç odunu burcu burcu koktu. Getir bir tanesini şu masanın üzerine koy da ara sıra koklayalım" diyor. sonra ilave ediyor yazıcı: "Hem kalem kardeşim akrabası ile hemhal olsun, onun kokusunu alsın, koklaşsınlar" diyor.

Bu arada ben diğer odunlarla sobayı yakıyorum. Sobanın üzerindeki çaydanlığın fokurtusu ve ucundan çıkan buharı odaya yayılıyor bile...

Devam et dediğini duyar gibiyim ama etmeyeceğim. Hatta sobanın üstünde topladığım mantarları bile pişirebilirdim. Pencerenin kırılan camına bir gün önce bir minderi katlayarak kapatmıştım ya! Katlayarak camın kırık yerine teptiğim minder düşmüş nasılsa ve işte tam oradan çok üşüyen bir serçe içeri giriyor ve odada ara sıra pır pır uçuşuyor.

Eşkiyalığı bıraktıktan sonra o çevrede davarcılık yapan Tosak Ahmet'i oraya çağırmış olabilirim. Tosak Ahmet'e: "Ahmet Emmi, şuradaki orman evinde bir yazıcı dostum var, orada durmadan yazıyor. Ara sıra ona uğra da sohbet edin. Sürekli yaz yaz nereye kadar. Aslında aşağı yukarı o da senin gibi eşkiya. Sen dışarı eşkiyasısın o içeri eşkiyası. Sen dışa dönük eşkiyalığa yürümüşsün, o içe dönük eşkiyalığa yürümüş" demişim ve Tosak Ahmet (Tosak Ehmed) Emmi az sonra gelecek. Gelirken de zirveden topladığı dağ çayı getirecek. Çantasında bir miktar peynir ile. Zeytinlerin dibinden topladığı kurumuş, ama çok lezzetli zeytinlerden de getirecek. Burada bitiriyorum. Muhabbetle.”

YAZICININ, HİKÂYECİ DOSTUNA NÂMESİ

Ey dili, köklerimin diline benzeyen ve içimde yaşattıklarımı anlatan hikâyeci! Ey, gönlü köyünde, yani akrabalarında, bizim insanımızda kalmış dost!

Yazdıkların yüreğime şifa oldu. Bir duygu kapladı ki içimi, zâhir ehli dudak büker diye anlatamam. O nasıl cümleler öyle? Yüreğimi tuttu, kasavetimi dağıttı ve dünyanın tesirinden bir süreliğine kurtuldum. Kaskatı "realiteden", yani kalbimin ve hüznümün muarızı olan mânasız hayatın elinden çekip aldı.

Mektubunuz yahut hikâyeniz, hayatın mengenesinde sıkışıp boğulacakken, hep hayâl ettiğim gönle şifa bir mekâna kanatlandırdı. Hayâle doğru uçmak demek ki böyle oluyormuş.

Bu nasıl bir hikâye böyle? Serçe yüreği kadar narin, kirlenmemiş cümlelerden meydana gelen bir hikâye bu?

Bu nasıl bir dil böyle? Canı cehenneme olan "realitenin" kasvetinden bunalan fakîr ve hüzünkâr bir yazıcıya modernizmin daha ulaşamadığı, âsûdeliğin yürürlükte olduğu ve içinde bir serçe kuşun hür şekilde uçtuğu ahşap bir orman evinde kaleminin akrabası burcu burcu kokan ardıç odununun kokusunu tattırıyor, çoktandır unuttuğu kırık cama minder tepileceğini hatırlatıyor, teneke sobayla, analarımızın toplayıp ekmeğe sardığı ıspatan ve yarpusla bir araya getiriyor.

Bu nasıl bir dost kaleminden çıkan hikâye ki, yüreğini yanında taşıyan eşkiya Tosak Ahmet'le dağ çayı, peynir ve lezzetli zeytinler gönderiyor?

Ey azizan! Masivadan kalbiniz karardığında, bir hikâye, bir mektupla yüreğinize iksirli kelimeler gönderip, gözünüze çirkin görünen dünyayı güzelleştiren dostlarınız yoksa veyl size!

Dil, yani gönül, yani mağara, yani Mekteb-i İrfan dostluğu böyledir işte. Âhir ömrümde başka dostluklarla değişmeyeceğim dostlarımdır bahsettiklerim. Yani benzerlerim...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi