M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Futbol Coşkun Heyecanlar Okçuluk

Futbol Coşkun Heyecanlar Okçuluk

HOLLANDA’DAN bir futbolcu transfer edilmiş, özel uçakla getirilmiş, uçak Yeşilköy Havaalanı’na gelince beş bin kişi tarafından karşılanmış, heyecanlar… sevgiler… öyle bir alaka ve aşk ki sormayın… Futbolcuya akıl almaz derecede yüksek ücretler ödenecekmiş.

Geçen sene futbolculuk sahasında şike yapıldığına dair büyük bombalar patlatılmıştı ama herhangi bir sonuca ulaşılamadı.

Bir Fransız gazetesinde okudum. Bu şike dedikleri şey sadece Türkiye’ye mahsus değil, Avrupa’da da yaygınmış.

Bizde futbol oyunları politika ve cemaatçilikle içiçeymiş. Yekûn olarak efsanevî paralar, kazançlar varmış.

Bendenizin futbola aklım ermez. Spor diyorlar, böyle spor olur mu? On bir oyuncudan oluşan bir takımla başka bir takım top koşturuyor, yirmi iki milyon ahali meraktan, heyecandan çatlıyor.

Futbolun iki türlü kuralı ve krallığı var: Oyunun kuralları… Kulüp başkanının ve süper oyuncuların ve yöneticilerin krallığı…

Korkunç servetler, özel uçaklar… saray gibi evler… yatlar… lüks otomobiller…

Öyle futbol başkanları var ki on milyonlarca vatandaş onları biliyor, ya çok seviyor, ya çok nefret ediyor, ya övüyor ya sövüyor… Televizyonlara çıkıyorlar, tv ekranlarında boy gösteriyorlar, bazen öfkelenip tehditler savuruyorlar…

Futbol konusunda nice şeye aklım eriyor da, Dinî bir cemaatin burnunu bu işe sokmasına doğrusu aklım ermiyor.

Futbol konusunda dönen dolapların içinde büyük bir devlet adamımız da varmış. Fesuphanallah!

Sırf futboldan bahseden üç günlük gazete de var.

Dinî heyecanlar mı ileride, futbol heyecanları mı? Bu sorunun cevabını lütfen siz veriniz.

Eskiden Bizans’ta Maviler ve Yeşiller varmış. Bugün takım sayısı daha fazla.

Osmanlı’nın son zamanlarında tulumbacılık heyecanları almış yürümüş. O zaman dinî kurallara –nisbeten- uyulduğu için tulumbacılar sokaklarda yangına uzun donla giderlermiş.

Spor dediğin herkesin yapabildiği bir şey olmalı. Koşmak, yüzmek, yürüyüş… İslamiyet’te yüzme ve ok atmasını öğrenmek övülmüş, makbul sporlardandır.

Japonya’da halkın on beş milyonu bilfiil okçuluk sporuyla meşgul oluyormuş. Zaten orada okçuluk, spordan da öte ahlak ve karakter terbiyesi veren bir şeymiş. Mesela icazetli okçuluk üstadlarından beş sene ders alıyor, sonunda icazet veriliyor, böyle bir okçuda olması gereken hasletlerden biri şuymuş: Yayı geriyor, oku fırlatmaya hazırlanıyor, nişanlıyor, oku atıyor… vınnn… hedefi tam merkezinden vurdu. Bu başarısına sevinmemesi gerekirmiş.

Okçuluk biz Türkiyelilerin de ata sporudur ama bizde Japonya’da olduğu gibi yaygın değildir. Zaten bizim okçumuz hedefi on ikiden vurup yarışmada birinci olunca yayı bir tarafa, okları öbür tarafı atar, yaşasın birinci oldum diye haykırır.



“İkinci yazı”

Türkiyelilerin ve Türkçenin Başına Gelenler

LİSE ve üniversite bitirmiş bir İngiliz’e 1928’den önce basılmış bir kitap verin okuyabilir… Okuma yazma bilen bir Fransız’a 1928’den önce basılmış bir kitap verin o da okuyabilir… Bütün Avrupa ülkelerinde, Rusya’da, iki Amerika kıtasında okula gitmiş kimseler kendi dilleriyle veya bildikleri dillerle 1928’den önce yayınlanmış kitapları okuyabilirler. Bundan daha normal ne olabilir? Okulların birinci vazifesi ve hizmeti, öğrencilere okuma yazma öğretmek değil midir?

Türkiye’ye gelince bu kaide halkımız için geçerli değildir.

Türkiyeliler 1928’den önce yayınlanmış Türkçe kitapları okuyamazlar.

Türkçe eski mektupları, belgeleri okuyamazlar.

Kabristanlardaki atalarının Türkçe mezar taşlarını okuyamazlar.

Anıtların üzerindeki Türkçe kitabeleri okuyamazlar.

Bir halkın, bir toplumun, bir milletin başına kültür konusunda bundan büyük bela ve felaket gelebilir mi?

Japonlar, Çinliler, Araplar, İranlılar Habeşler kendi anadillerindeki eski kitapları, belgeleri, kitabeleri, her türlü yazılı evrakı okuyabiliyorlar ama Türkler okuyamıyor.

Bu felaketin ötesinde daha büyük bir felaketi de zikretmeme izin veriniz: Türkiye halkının büyük bir kısmı okuma yazma konusundaki cahilliğinin farkında bile değildir. Ona 1928’den önce yayınlanmış Türkçe bir roman veriniz, eline alıp bakacak, “haydi okusana, bu senin anadilinde yazılmış basit bir kitaptır…” demenize karşılık, “bunu okuyamam, eski yazıdır…” cevabını gayet normal şekilde verecektir.

İnsanların ve toplumların anormal şeyleri tabiî görmeleri gerçekten büyük bir felakettir.

İslam dini, insanlara faydalarına ve zararlarına olan şeyleri bildiren ve öğreten bir dindir.

Hiçbir şuurlu, uyanık, idrakli, vicdanlı, mantıklı, akıllı bir Müslüman yazı konusunda gaflet karanlıklarında kalamaz.

Eskiden vesayet rejiminin ağır baskıları, zulümleri, çarpan tabuları, ağır cezaları, zindanları, idam sehpaları, işkencehaneleri vardı. Müslümanlar konuşturulmuyordu… Bugün o baskılar yüzde yetmiş beş azalmıştır. Memlekette çoğulculuk rüzgârları esmektedir. Bu hürriyete paralel olarak zenginlik de vardır, lakin heyhat ki Müslümanlar hürriyet ve zenginliği ganimet bilip de bin yıllık İslamî ve milli yazı ve lisanları için gereken hizmeti yapmıyorlar.

Yapanlar yok değil. Bediüzzaman’ın yolunda giden has Nurcu Yazıcılar taifesini can u dîlden tebrik ediyor, Allah’ın rızasına nail olmalarını temenni ediyorum. Onlar gibi İslam-Kur’an yazısıyla Türkçe konusunda hizmet ve himmet edenlere de dualar, teşekkürler.

Yazı konusunda gafil olan hatta İslam yazısını terk ve ihmal ederek lâdini yazıyı benimseyen Müslüman şahıs ve cemaatlere de teessüflerimi sunuyor, Cenab-ı Hakk’tan bir an önce yazı konusunda doğru yola girmelerini ve hizmete başlamaları hususunda niyaz ediyorum.

Latin harflerinin Türkçe’ye, İslam harflerinden daha uygun olduğu iddiası ve tezi hezeyandır, boştur. Tataristan Türkologlarından Âlimcan Şeref Bey Baku Türkiyat Kongresinde okuduğu “Harflerimizin Müdafaası” adlı Rusça ilmî tebliğinde Latin harflerinin üstünlüğü tezini çürütmüş, bu yüzden Stalin’in gazabına uğrayıp on yıl zindanda kalmıştır.

Müslümanlık dar manada bir din değildir, İslam’da din ve dünya ayrımı yoktur. İslam’ın yazı konusunda da emirleri ve tavsiyeleri vardır.

Türkler tarih boyunca ondan fazla (yirmi küsur diyenler de var) alfabe ile anadillerini yazıp okumuşlardır. Bunların içinde en uygunsuzu Latin harfleridir.

1. Latin harfli Türkçe okunduğu gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur. Bu ise zihnî bir tembelliğe yol açar, akılları dumura uğratır.

2. Zor, çetrefil, karmaşık, binlerce şekle sahip bir yazı bir toplumun ilerlemesine engel olsaydı Japonların ve Çinlilerin çok geri kalmış olmaları gerekmez miydi?

Yazı devrimi ve ona paralel olarak Türkçenin faşist devlet terörü ile sadeleştirilmesi kültürümüzün belini kırmıştır. Lisanlar elbette değişime uğrar, sadeleşir, tekâmül eder ama kendi kendine… Bu iş diktatörlükle yapılırsa eğitim, kültür, milli medeniyet dejenere olur.

Ömer Seyfettin, hikâyelerini yirminci asrın ilk çeyreğinde kaleme alıp yayınlamıştır. Türkçemizin beli öylesine kırılmış ki onun çok basit ve sade güzel Türkçesi bile genç nesiller tarafından anlaşılmadığı için “güzel Türkçeden uyduruk Türkçeye” tercümeleri yapılıyor.

Kemalistlere, ateistlere, Dönmelere, Kriptolara, Pakradunîlere, tanassur etmişlere karışmam ama sevgili Müslüman kardeşlerime, yazı ve lisan meselesini gündemlerinin başına geçirmelerini âcizane, min gayr-i haddin tavsiye ediyorum.

Bu vesileyle selam ve hürmetlerimi takdim ediyorum… Fikir ve görüşlerime katılmayan vatandaşlara da “demokrasi var, insan hakları var, fikir hürriyeti var, lütfen toleranslı olunuz, tahammül ediniz” derim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi