Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Vecdinizle Nasılsınız?

Vecdinizle Nasılsınız?

Vecd, belli bir kazığa bağlanmazsa adamı tepetakla götürür. Vecdinizi, imana ve şeriata dayandırmazsanız, kontrolsüz bir sarhoşluğun, divâneliğin ve coşkunun girdabında akıl ve kalp dengenizi kaybedersiniz. Bu mânada vecd tehlikelidir. Vecdinizin ayakları, dine yahut tasavvufa veya bu mukaddeslerden beslenen bir fikir ve sanat geleneğine basmıyorsa, istikâmeti belirsiz ruhî yalnızlıklara sürükleyebilir.

Böyle bir vecd, trajik ve sefil bir hayata mahkûm eder, mesuliyetlerden alıkoyar. İrade ve kemâlin kaidelerine bağlı olmayan vecd hâli, sahibini neye niçin hüzünlendiğini ve sevindiğini bilmeyen bir divâneye dönüştürür. Kaynağı belirsiz, ölçüleri ve gayesi olmayan, bir mürşide, üstada, dergâha ve irfanî bir yola tâbi olmayan vecd, sahibini kör bir kuyuda kıvrandırıp durur, haddini hududunu bilmez hâle sokar, yardan aşağı uçurur. 

İnsanın eşrefi vecd hâlindeyken mânevî olanla rabıta kurar, helâlinden bir aşk, hüzün ve duygulara gark’olur. İnsanın şeytanı vecd hâlindeyken haram olan duygu ve coşkunluklara kapılır. Şeytanî vecde, edepsiz söz, fiil ve bunalım hâkimdir.

Vecdin dünyevî olanını öne çıkaran Batı’nın dinden uzaklaşmış seküler kafası, sanat, şiir, mûsiki ve mistizmin vecde geçirdiği halleri maddî haz hâline getirmiştir. Bu mânada vecd, hissî ve aklîdir. Yani mukaddes olandan kopuktur.

VECDİN RAHMÂNİSİ EHL-İ İRFANIN VE KÂMİLLERİN VECDİDİR  

Allah aşkının, kemâlin ve vakarın hâkim olduğu vecd var ki, ehl-i irfanın ve kâmillerin vecdidir. Vecdin rahmanîsi mümini aşklı kılar. Bu mânada vecdin tiryakisi ve bağlısıyım. Rahmanî vecdin verdiği haz vuslata yaklaştıkça, “Sevgiliye”, yani menzile erişince tezahürleri değişir, tabii mecraını bulur ve sâkinleştirir.  

Vecd hâlindeyken dış dünya ile her türlü bağ kesilir. Dışarıyla irtibat bir süreliğine kesilir. İrade ve şuur geçici olarak kaybolur. Ruh ve gönül kendi arzu ettikleriyle buluşur ve mâna âleminde dolaşır. Bu hâl, sözle ifade edilemez. Hemhâl olduklarıyla baş başbaşadır, benlik yoktur. 

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri’ne göre vecdde itidal içinde olmak gerek: “Vecdin, ilimde erimesi, ilmin vecd içinde kaybolmasından yeğdir. Vecd, iç âlemde ilâhî tecelli ile karşılaşınca ya sevinç içindedir, ya hüzün.”  

İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin, tasavvuf hâlleri hakkında dikkatli olunmasını tavsiye ettiği haller arasında vecd de vardır. 36. Mektub’unda seyr u sülûkta şeriatın çizgilerini aşanları, “Geçici olması gereken hâl ve vecdleri gaye, müşahede ve tecellileri matlup sananlar” olarak tavsif ediyor.

İmam Gazâlî Hazretleri vecd mevzuunda temkinlidir. Vecdin gerekli olduğunu söyleyen tasavvuf âlimlerinin görüşlerinin bir kısmını destekler ve kanaatini şöyle ifade eder:

“Vecd odur ki, korkutucu bir hatırlamanın, heyecan verici bir korkunun, herhangi bir kayıştan ötürü bir serzenişin veya latife bir konuşmanın, kaybolan bir şevkin üzüntüsünün, geçmiş zamandan dolayı pişmanlığın meydana gelmesi, çağrıcının veya sır ile münacatın bulunduğu bir zamanda mevcut olan şeye vecd denir. Vecd demek zahiri zahirle, bâtını bâtınla, gaybı gaybla sırrı sır ile karşılaştırmak, lehinde olanı aleyhinde olanla ortaya çıkarmak demektir.  Vecd senin elde etmek için gayret sarf etmeni  gerektiren ve daha önce yazılan şeydendir. Bu bakımda bu senden olduktan sonra senin için yazılır. Kıdemsiz kıdemin sabit olur. Zikirsiz zikrin karar bulur. (…) İşte vecd ilminin görünür tarafı budur.”  

“VECDİ OLMAYANIN, DÎNİ ZEVKİ YOKTUR”

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, vecdi, Nur sûresi 26. âyetinden hareketle “Kötüler ve iyiler” diye ikiye ayırır ve hadis olarak aktardığı “Vecdi olmayanın, dîni zevki yoktur” der:

“Orada ruh için kuvvet yoktur. Vecd hâlinde doğan hareketler ikiye ayrılır. Biri insanın kendi arzusuna bağlıdır. Öbürü de irade ve seçme hâli ötesindedir. İhtiyarî tabir edilen arzu ile hareket, insanın bedenini ağrı, sızı, hastalık olmadan bir vecde tutulmuş gibi hareket etmesi gibidir ki; bu meşru sayılmaz. Meşru olan içten gelen iztırari (çaresizlikten) harekettir. İztırari hareket ruhun tesiri ile olur. Bu hâli insan kendi kendine yapamaz. Ruhî sayılan bu vecd hareketi, dış duygulara sahiptir. Meselâ sıtma ateşinin verdiği hararet gibi... O ateş basınca insanın tahammülü kolay olmaz. O anda olan hareketler irade haricidir. Vecd hâli ruhanî kuvvetin gelip gelmesi sonucunda, hakiki ve ruhanî sayılır. Vecd ve semağ, âşıkların ve irfan sahiplerinin kalbini tahrik eden iki alettir. Aynı zamanda sevenlerin gıdası ve Hakk’ı arayanların güç kaynağıdır. Vecd hâli on çeşittir. Bir kısmı açlıktadır, eseri dış hareketlerde görülür. Bir kısmı da gizlidir dıştan görünmez. Kalbin Allah Teâlâ’yı anması ve Kur’ân-ı Kerîm okuması, ağlamak, elem duymak, korkmak, hüzünlü olmak, Allah Teâlâ anıldığı vakit an boş günleri için esef ve hayret etmek, içten ve dıştan gelen bazı hâllerle rengin değişmesi, Allah’a talih olmak, O’na (c.c.) iştiyak duymak, vücudu hararet sarması, bundan hâsıl olan hastalık ve keder gibi haller vecd sayılır.”

VECDİNİZ RUHANÎ Mİ, CİSMÂNÎ Mİ?

Tasavvuf âlimlerine göre vecd, “Akıllı delilerdeki kadar değilse de mâna âleminde seyretmek isteyen sâliklerin (dervişlerin) hâllerindendir.” Zümer sûresi 23. âyeti bu tür vecdin kaynağıdır: “Onlar Rablerinden korkarlar, tüyleri ürperir; sonra bedenleri yumuşar, kalpleriyle Allah’ı anmaya koyulurlar.”

Ârifana göre, ruhanî ve cismanî iki tür vecd vardır. İlki, ruhanî kuvvetin taşmasından gelir. Güzel sesle okunan Kur’ân, şiir ve zikir esnasında hâsıl olur. Âşıkların inlemesi, böyle bir vecdden doğar. Allah’tan, kulun bâtınına gelen ve ona ferah ve hüzün veren bir hâldir.

Diğeri nefsten gelir, ruhî haz vermez. Şeytandan ve nefisten doğduğu için nur ve ilahî mâna olmaz. Maddî duyguların tesiriyle oluşur. Hezeyan hallerini, gerçek vecd halleriyle karıştırmamak gerekir.

Cüneydî Bağdadî Hazretleri, “Vecd, iç âlemde ilahî tecelli ile karşılaştığında sahibi ya sevinç içinde, ya da hüzün içinde” der. İbni Arabî Hazretlerine göre vecd, kalpten perdenin kalkması, Hakk’ın müşahede edilmesidir. Böyle bir vecd, kesbî değil, vehbîdir.  

Kuşeyrî Risâlesi’inde vecd kavramının ilk hâli “Tevâcüd”dür. Kemâle ermemiş bir dervişin kendi çabasıyla kendinden geçme hâlidir. İkinci hâli olan “Vecd”tir. Dervişin kendi iradesi dışında kalbine tesadüf eden bir hâl sebebiyle kendinden geçmesidir. Üçüncü hâl ise, “Vücûd” tur. Dervişin kendi benliğinden tamamen geçip yalnızca Allah’ın varlığını hissettiği hâldir. Vecd, kendinden geçme ve istiğrak hâlidir. Tasavvufta vecd, bulma, buluşma, karşılaşma, yüz yüze gelme, var olma gibi dervişin herhangi bir çabası olmadan kalbine doğan ilham, his ve feyizdir. "Zevk" de denilen vecd, "kendinden dışarı çıkma" demektir. Havf, reca, gaybet, sekr, tecelli, sahv, fenâ, neşe ve hüzün vecdden doğan hâllerdir. Müşahhaslaştırmak zordur; ancak yaşamakla öğrenilir.      

Kuşeyrî Hazretleri, “Vecde gelene ‘Vâcid’ denir” diyor ve vecdi bir yol olarak sistemli bir disipline sokuyor: “Vecd buluş, faklı kaybediştir. Bunlar iki ruh halidir; biri gelince öbürü gider. Bir mutasavvıf ‘Rabbımı bulunca kalbimi (kendimi), kalbimi bulunca Rabbımı kaybediyorum’ demiştir. Vecd halinde ilim ve şuur olmaz; ilim ve şuur olunca da vecd olmaz. Zevk veya vecd, sûfinin zihnini her türlü dünyevî şeyden tamamen ayırıp, onu bomboş veya tertemiz bir hale getirdiği zaman, oranın aydınlanması ve tıpkı Peygambere gelen hakîkat gibi bir takım hakikatlerin oraya aksetmesidir. İnsan tam bir zühd ve iman ile kalbini bu ilhâma hazırlar; ilhâmın muhtevası ise inanç konusu olan şeylerin doğrudan doğruya kavranarak bilgi haline gelmesidir. Vecd, arayan ile aranan arasında bir sırdır ki, ancak ilhâm ile ortaya çıkabilir.”

MUTASAVVIFLA AFYONKEŞİN VECDİ AYNI DEĞİLDİR

Prof. Dr. Erol Güngör, “Mutasavvıfın vecdi ile afyonkeşin veya akıl hastasının ekstaz hallerini birbirinden ayırabilmek için vecdin metodu, muhtevası ve neticesine bakmak” gerektiğini belirterek, vecd sahiplerinin dikkatini tasavvuf âlimi Hucvirî’nin görüşlerine çekiyor: 

“Vecd, İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vâsıta değeri taşır. Mistik hayatın gâyesi vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir. Vecd’in son noktası  tehvid kavramıyla anlaşılmaktadır. Bundan hulûl, vüsûl ve ittihad mânâlarını çıkaranlar, Sünnî itikaddaki sûfiler tarafından reddedilir. Vecd yoluyla ulaşılan bilgi insanın kendi benliğinden (ve dolayısıyla dünyadan) tamamen sıyrılması sonucunda Tanrı’dan başka hiçbir varlık hissi kalmayışıdır. (…) Bu bir çeşit sarhoşluk halidir, sarhoşun asıl vasfı kendini kaybetmesidir. Fakat sarhoşluk ilk merhaledir, ondan sonra bir ayıklık gelir. Bu bizim anladığımız mânâda sarhoşluktan ayrılma, yani dünyaya dönme gibi değildir. Benlik yine yoktur. (…) Görür ve işitir, ama gördükleri ve işittikleri bu dünyaya ait şeyler değildir.  ‘Kitap ve Sünnet’in şehâdet etmediği her türlü vecd bâtıldır.’ Sûfiler bu yüzden ma’rifeti vecd’e üstün tutarlar ve cevd halinde iyiyi kötüden ayırdemeyen insanın ma’rifet sâyesinde emniyet bulduğunu söylerler.”    

“VECD, AŞK VE MUHABBETTİR…”

Ağır vecidkâr Necip Fazıl’ın sadeleştirdiği, Abdülhâkim Arvasi Hazretlerinin “Tasavvuf Bahçeleri” nde vecdin vehbî hallerden olduğunu sevinerek okudum:

“Vecd; aşk ve muhabbet mânâsındadır. Tecavud ise; vecd’de, yani sevgi ve muhabbette kemâle ermemiş kimsenin, bir nevi iradesiyle vecdi arzulaması, ona talip olmasıdır. (…) Hâlin başlangıcında, sailikin, zikrinden önceki vasfı tevacüddür. Bundan sonrası da vecddir. Vecd, hiç bir kasd ve kazanma gayreti olmaksızın, hüzün ve sevgiden sâlikin kalbine gelen haldir. Büyük mürşidler, vecdi tevâcüdden ayırarak, vecdin; düşünme, isteme ve zorlanma olmaksızın kalbe gelen bir teessür ve infial hali ve zikir emârelerinin erişilmez neticeleri olduğunu, kat’î bir ölçü halinde ifade etmişlerdir. Her kimde zikir vazifesi çoksa, Allah tarafından lûtufları da çoğaltılır. Kalp feyizleri, zikir ve virdlerin meyvesi olduğundan, kalbinde vird ve zikri olmayan salikin kalbi örtülü ve sırrı kör kalır. Sâlikin görünen, zahirî amel ve gayreti, ibadetlerden tad alma ve zevk duymayı temin ettiği gibi; görünmeyen, batınî amelleri de salik için bir vecd kaynağıdır. Kalbî zevk ve tatlılık, ibadetin semerelerinden; vecd hali de batınî amellerin neticelerindendir. Hâsılı vecd; Allah cemâlinin erişilmez nimeti ile coşan, ilâhî sırların keşf yolunu açan katıksız aşk şarabından sevinç ve neş’eye boğulmuş ruhla, kalbin hayret ve heybet içinde sînesinin parçalanmış olmasıdır.”

VECDE GEÇENLERDE HÜZÜN EKSİK OLMAZ

Hocaefendi, vecdin mümine gerek olduğunu bahsediyor ki, vecde müptelâ olanlar için sevindiricidir:

 “İnsan benliğinin bütünüyle iştiyakin sarması; hâlin, aklı, mantık ve muhakemenin önüne geçmesi diyebileceğimiz vecd, Cenâb-i Hakk’ın kulunun kalbine sürpriz bir teveccühü ve beklenmedik bir varidatıdır. (…) Bu celalî tecelliler arasında, hüzün, keder, havf ve dehşet fırtınaları eksik olmaz. Vecdi zikr ü fikrin kalbe galebe çalması esnasında ruhun, aşkın feveranlarına tahammülden âciz olması şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Vecd; kalbin beklenmedik bir anda, muhabbet, şevk, iclâl ve tazim gibi ahvalin feveranı keyfiyetidir…  (…) Vecd, genelde iki şekilde tezahür eder: 1- İlahî bir kısım varidat ve tecelliyât-ı Sübhâniye’nin insan kalbinde, onun kasd ve iradesi taalluk etmeksizin tekellüfsüz hâsıl olmasıdır ki; biz buna, yerinde ‘mükaşefe’ de deriz… (…) 2- İnsanın bütün benliğini saran ve onda ağlama, haykırma, ürperme hisleri hâsıl eden bir zevk ü şevk veya dehşet ü hayret tecellisidir ki, halka-i zikir ve hatme yapılan mahallerde hakikat ilminin müzakere edildiği meclislerde çok görülür.” 

Kur’ân ve Sünnet’ten sonra asırlardır eserlerini okuduğumuz âlim ve ârifan vecde izin verdiğine göre, biz âcizlere samimiyetle vecde geçmek düşer. Hayatı ve imanını vecdsiz yaşayanlardan olmayınız. Dostlarınız arasında vecd fazlasından sarhoş olup başı dönenler var mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi