Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Erdoğan’la Malezya’da... Dünden-yarına ufuk turu

Erdoğan’la Malezya’da... Dünden-yarına ufuk turu

Dün de bahsettiğim gibi, Tokyo’nun “tıkış tıkış”lığından Singapur’un “ferah”lığına kavuşunca, rahat bir nefes aldık...

Singapur’a, bir “ülke” değil de, “şehir” demek daha doğru olur... 

Zira, “42 kilometre uzunluğunda, 23 kilometre genişliğinde” bir ülke... 

Yüzölçümü de, sadece 716 kilometrekare... Singapur’un yüzde 33’ü Budist, yüzde 18’i Hıristiyan, yüzde 15’i de Müslüman...

Singapur için, “ada devleti” diyorlar... Çünkü, “63 küçük adası” var... 

Singapur, “Asya’nın Bahçe Şehri” olarak da tanınıyor...

Ama, dün de dediğim gibi;

Gerçekten “gelişmiş” ve de “zengin” bir ülke... 

Nüfusu 5 milyon 400 bin civarında... 

Kişi başı milli gelir ise 51 bin 450 dolar... 

Bu yüzden de;

“Yurtdışında çalışmak” isteyenlerin en çok tercih ettiği ülkelerden biri.

Singapur’da yok, yok...

Ne ararsanız, var...

“Teknoloji” de var,

“Doğal güzellikler” de...

Mesela, Marina Bay, tam bir teknoloji harikası... “58 katlı bina”nın tepesinde bir “gemi” var ki, aşağıda inşa edilip, oraya halatlarla çekilip, yerleştirilmiş...

SAKIZ ÇİĞNEMEK YASAK

Singapur’a gidince, “Ulusal Orkide Bahçesi”ni, “müze”leri ve Sentosa Adası’nı görmemek olmaz...

Yalnız, aman dikkat;

Singapur’da “sakız çiğnemek” yasak...

Ülkede sakız ticareti yapmak, sakız satışı, sağlık sebepleri haricinde sakız çiğnemek kesinlikle yasak...

 Ağır cezası var. 

“Sakız çiğnemenin ne gibi bir zararı olabilir?” diye düşünebilirsiniz. 

Ülkedeki toplu taşıma araçlarında, metro trenlerinin kapılarına yapıştırılan sakızlar ciddi arızalara ve tehlikeye sebebiyet verdiği için sakız yasaklanmış.

1965 yılında Malezya Federasyonu’ndan ayrılıp, “tam bağımsız” bir ülke haline gelen Singapur, “liman hizmetleri” konusunda dünyanın bir numarası... 

Asıl gelir kaynağı da, işte bu “liman”lar... Türkiye’nin bütün limanlarında “2-3 milyon gemi”ye hizmet verilirken, küçücük Singapur, “20 milyon gemi”ye hizmet veriyor ki, hedefleri “50 milyon gemi”ye çıkmak... Bunun için, “denizin ortasında bir liman” yapmayı bile plânlıyorlar...

Uzun lâfın kısası;

Hem “teknolojik harikaları”, hem de “doğal güzellikleri” görmek için, “11 saatlik uçak yolculuğu”nu göze alıp, Singapur’a gidilir...

KISACA MALEZYA

Singapur’dan Malezya, uçakla “yarım saatlik” bir mesafede...

 Başkenti Kuala Lumpur olan Malezya, 27 milyon nüfusa sahip... 

Yüzölçümü ise 330 bin 803 kilometrekare... 

Nüfusun yüzde 61.3’ü Müslüman... 

Zaten, resmi din de, İslâm... 

Nüfusun yüzde 20 civarı Budist, yüzde 10 civarı Hinduizme inanıyor... 

Kişi başına milli gelir, 10 bin dolar civarında... 

Kuala Lumpur’a gidip de, dünyanın ikinci büyük binası Petronas Kuleleri’ni görmeden gelmek olmaz...

ERDOĞAN’IN KONFERANSI

Bu “teknik bilgiler”den sonra, Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi’nde, kendisine “fahri doktora” ünvanı tevcih edilmesi münasebetiyle yaptığı “konuşma”yı aktarmak istiyorum...

Tayyip Erdoğan’ın 10 Ocak Cuma günü saat 16.00 civarında başlayıp, saat 17.00 civarında biten konuşması; hem “28 Şubat sürecinin sorgulanması”, hem de “İslâm tarihini hatırlatması” açısından son derece “derinlikli” bir konuşmaydı...

Bu konuşma, medyada yeteri kadar yer almadı... Oysa, bugünün gençleri için bir “yol haritası” olabilecek bu konuşma, tekrar tekrar dinlenmeli diye düşünüyorum.

Sayın Başbakan, “Malezya Üniversitesi’nin kuruluşu” ile başladığı konuşmasına şöyle devam etti:

“Sayın Mahatir Muhammed’in kuruluşuna öncülük ettiği Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi, yakın çalışma arkadaşlarımdan bazıları olmak üzere, çok sayıda Türkiye vatandaşı için bir eğitim ve öğretim yuvası oldu. 

Bu ilim yuvasının çatısı altında, özellikle sosyal ve İslami bilimler alanlarında çok önemli çalışmalar ve araştırmalar yapıldı. 

Bir dönem, özellikle, Türkiye’de üniversite öğrencileri üzerinde ciddi baskılar, yasaklama ve kısıtlamalar varken, Malezya ve üniversiteleri, çok sayıda öğrencimiz için özgürce eğitim görecekleri bir yer oldu.

Şu anda hamdolsun üniversitelerimizde, eğitim sistemimizde böyle anlamsız yasaklar ve kısıtlamalar yok.

Her alanda eğitimi, eğitim alma imkanını ve eğitime ulaşma fırsatını geliştirdik, anlamsız yasakları kaldırdık, eğitimin özgürleşmesi için tarihi nitelikte adımlar attık.

Türkiye’nin bu zor zamanlarında, Malezya ve Malezya üniversiteleri hep yanımızda oldu.

Bir çok öğrencimiz, Malezya üniversitelerini, kendi inancını, kendi değerlerini muhafaza ederek okuyabileceği okullar olarak gördü ve geldi, burada eğitimlerini tamamladı. 

Aynı şekilde Bosna savaşı sırasında Balkanlar’dan yüzlerce öğrenci Malezya’da eğitim aldı. 

Buradan mezun olan öğrenciler bugün hem kendi ülkelerinde hem de uluslararası kurum ve kuruluşlarda önemli görevler ifa ediyorlar.

Aslında burada, ibret almamızı gerektiren bir hikmet var...

İlahi mesaj şunu söylüyor: 

Sizin şer gördüklerinizde hayr, hayr gördüklerinizde şer vardır...

Yine ilahi mesaj diyor ki: 

İnne meal usri yusran...

Yani;

Her zorlukla birlikte, kolaylık vardır...

İNANIYORSANIZ ÜSTÜNSÜNÜZ

Türkiye’de bizim genç üniversite öğrencilerimiz işte bunu iliklerine kadar yaşadılar.

Öyle zamanlar olur ki, zulüm, bütün renkleriyle, tüm boyutlarıyla gelir, üzerinize çöker.

Hiçbir çıkış kapısının olmadığını zannedersiniz.

O ateşten, bir çıkışın mümkün olmadığını düşünürsünüz.

Daralırsınız; ruhunuz, kalbiniz, adeta bir cenderenin altındaymış gibi hissedersiniz.

Ama, Allah öyle bir çıkış kapısı açar, bulutları öyle bir aralar, kalbinize öyle bir inşirah, öyle bir rahatlama salar ki, eski halinizden çok daha ferah bir hale evrilirsiniz.

Hüzün, yeis, umutsuzluk, bizim inananlar olarak kabul edeceğimiz, onaylayacağımız, özellikle de teslim olacağımız duygular değildir.

Yine ilahi mesaj şunu söylüyor: 

Gevşemeyin, asla mahzun olmayın... İnanıyorsanız, üstünsünüz.

Evet... Bizim ölçümüz budur.

Sabredenler; zafere erişenlerdir...

Üzerindeki zulme, baskıya, haksızlığa karşı sabreden, ama eş zamanlı olarak buna karşı samimi mücadele eden bir insan için zafer mukadder hale gelir.

Türkiye’nin gençleri, işte bunu başardılar.

Türkiye’nin gençleri, 80’lerde, 90’larda, hatta ikibinli yıllarda, inançlarından dolayı kendilerine yönelen zulme karşı sabrettiler, tahammül gösterdiler, direndiler, o zulmeti aydınlığa tahvil etmek için mücadele ettiler ve nihayetinde zaferi elde ettiler.

Bir dönem, gençlerimize çok ağır zulümler edildiği için üzülüyorduk... Ama sonuçta, yurtdışında çok iyi üniversitelerde okumuş, uluslararası vizyon sahibi, bir kaç dil bilen, dünyayı çok iyi tanıyan gençlerimiz oldu.

Yani şer, hayra tahvil edilmiş oldu.

(........)

Türkiye’nin 11 yıl içinde, Hükümetimiz döneminde elde ettiği başarılar, işte bu donanımlı, birikimli gençlerin omuzlarında yükseldi.

Bu süreçte biz şunu da bir kez daha ispat etme imkanını bulduk.

Demek ki başörtüsü, bilimin önünde bir engel değilmiş.

Demek ki inançlar, değerler, bilimin önünde bir engel değilmiş.

Önemli olan, zihninizin içindekidir, ruhunuzdakidir, önemli olan kalbinizdekidir.”

TARİHTEKİ İSLÂM ALİMLERİ

Türkiye’nin yaşadığı “28 Şubat Süreci”ni bu şeklide özetleyen Erdoğan, bir “ilâhiyatçı” gibi “İslâmi bilimler tarihi”ni de öyle güzel anlattı ki, hayran olmamak mümkün değil...

Buyrun, konuşmanın devamını dinleyelim:

“Bilimin özünde, ruhunda, temelinde özgürlük vardır...

Özgürlüğün olmadığı yerde, bilim olmaz, oradan hür düşünce doğmaz, oradan insanlığa yarar sağlayacak, insanlığın refahını artıracak, insanı hikmete ulaştıracak sonuçlar çıkmaz.

Bakın Malezya’nın da, Türkiye’nin de ortak medeniyetinde, ilim, özgürlüğün olabildiğince geniş olduğu ortamlarda hayat bulmuş, filizlenmiş, gelişmiş, çınara dönüşmüştür.

Bağdat, bizim ortak medeniyetimizin önemli bir ilim merkeziydi.

İsfahan, Merv, Belh, Semerkant, Nişabur, Delhi, İslamabad, Kahire, Gırnata, Kurtuba bizim ortak medeniyetimizin bilim merkezleriydi.

Konya, İstanbul, aynı şekilde, Müslümanlar olarak her birimizin gurur duyacağı ilim merkezleriydi.

Matematikte, astronomide, felsefede, diğer tüm bilim dallarında, bu İslam merkezlerinde üretilen bilim dünyaya ve bugünkü pozitif bilime yön veriyordu.

Bu merkezler, tesis ettikleri özgürlük ortamı sayesinde, dünyanın tüm alimlerini çekiyor, tüm alimlerine ev sahipliği yapıyor, dünyaya ilim öğretiyorlardı.

Bakın bugün, Malezya’dan yola çıkarak, kara ve deniz yoluyla, yürüyerek ya da develer, atlar üzerinde İspanya’ya kadar gidemezsiniz...

Yollar ne yazık ki, sizi İspanya’ya götürecek kadar güvenli değil.

Vize almadan sınırları geçebilmek mümkün değil.

Ancak, düşünün ki, 14’üncü Yüzyıl’da, İbni Batuta, Kurtuba’dan yola çıkıyor, deve üzerinde, yıllar süren bir yolculukla, Kuzey Afrika’yı geçiyor, Hicaz’a uğruyor, Türkiye’yi geziyor, Kafkasya’dan Hindistan’a, Çin’e, Maldivler’e kadar gelebiliyor ve buradan yeniden Tunus’a, Tanca’ya dönebiliyor.

Daha 14’üncü Yüzyıl’da, İslam coğrafyasının nasıl bir özgürlük alanı olduğunu, nasıl güvenli olduğunu, alimlerin ve seyyahların nasıl bir ilgi ile karşılandığını sizlerin muhayyilesine bırakıyorum.

Bir kitabın, sadece ismini duyan, bu kitaba ulaşmak için deve ve at üzerinde binlerce kilometre yol alan, o kitaba ulaşan, okuyan ve sadece tek bir kitabın aydınlığı ile dünyaya unutulmaz eserler bırakan nice ortak alimlerimiz vardı.

İbni Arabi, Endülüs’ten yola çıkmış, Kuzey Afrika’yı geçmiş, Anadolu’da büyük alimlerle buluşmuş ve Şam’da vefat etmişti.

Farabi, Türkistan’dan Bağdat’a gelmiş, orada yaşamıştı.

Büyük mütefekkir Mevlana, Afganistan’ın Belh şehrinden yola çıkıp, Konya’ya gelmiş, orada vuslata ermişti.

İlim, mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa almalıdır tavsiyesine uyan nice ilim sevdalısı, önlerinde hiç bir engel tanımıyor ve hayatlarını ilme, öğrenmeye ve öğretmeye vakfediyordu.

Ebubekir Razi, İmam Gazali, İbni Sina, El Harezmi, İbni Heysem gibi nice isimler, dünya bilimine yön veren nice alimler, işte böyle özgür ve güvenli zeminlerde yetiştiler.

Endülüs’e giden Müslüman alimler Ortaçağ karanlığındaki Avrupa’yı aydınlattılar.

Güneydoğu Asya’ya, Endonezya’ya, Malezya’ya gelen Müslüman alimler, idareciler, tüccarlar ve seyyahlar bu bölgede bir medeniyet inşa edebilmişse, bu başarı üzerinde kafa yormamız ve kapsamlı araştırmalar yapmamız gerekir.

12’inci Yüzyıl’da İslamı kabul eden Kedah Sultanı Muzaffer Şah, Maley dünyasında tarihi bir kapı aralamış ve İslamın bu bölgede yayılmasını sağlamıştı. 

Aynı şekilde Sultan Megat İskender Şah, Malezya yarımadasının ve Endonezya’nın İslamlaşmasında önemli bir rol oyandı.

Biz, tarihe bakarak, tarihte kalanla avunacak, sadece tarihte olanla övünecek bir medeniyetin mensupları değiliz.

Tam tersine biz, tarihi inşa etmenin özgüveni içinde, istikbali de inşa edecek potansiyele sahip bir medeniyetin mensuplarıyız.

Biz, geçmişimizle övünmekle yetinemeyiz.

Tam tersine, geçmişimize bakıp, oradan dersler çıkarıp, geleceği inşa etmekle mükellefiz.

Tarih, bizim için sadece övünülecek, sadece nostalji içinde özlenecek bir zaman dilimi değil, bizim için sınırsız sayıda ibret verici derse sahip bir okuldur.

Önce, kendimize güveneceğiz.

Geçmişte yaptığımızı bilecek, yine yapabileceğimize yürekten inanacağız.”

ÖĞRENCİLERE 2 TAVSİYE

Erdoğan, sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında, sadece “İslâm tarihine yolculuk” yapmıyor, aynı zamanda “gençlerin ufukları”nı açıyor, onların eline birer “yol haritası” veriyor ve “nasıl yürümeleri” gerektiğini de şöyle anlatıyordu:

“Eğer bundan 10 asır, 14 asır önce, bizim ecdadımız, ilmin özgürce doğup yayılabileceği bir iklimi inşa edebiliyorsa, bugünün şartlarıyla, bugünün imkanlarıyla biz bunu yeniden yapabiliriz.

Bir: Gönüllerimiz arasına örülmüş, bizim değil, başkalarının gelip ördüğü o duvarları yıkacağız.

İki: Kendi halkına zulmeden, kendi halkına baskı, zulüm uygulayan devlet anlayışını elimizin tersiyle itecek, devleti insanın hizmetkarı haline getirecek, insanı yaşat ki devlet yaşasın diyerek, özgürlükleri olabildiğince genişleteceğiz.

Bütün bu coğrafyada, uhuvveti, muhabbeti, dayanışmayı azami düzeyde tesis edeceğiz.

(.....)

İlmin, ırkı olmaz. İlmin, sınırları olamaz.

İlim; sınırları aştıkça büyüyen, paylaştıkça çoğalan bir hazinedir.

Aynı medeniyetin mensupları olarak, ilmi paylaşmak noktasında ne gerekiyorsa, bunu yapmak zorundayız.

Biz, farklı bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz.

Geçmişin ihtişamlı ilim şehirlerinin yeniden inşa edilebileceğine gönülden iman ediyoruz.

Dayanışmayla, işbirliğiyle, inşallah bu ihtişama yeniden kavuşacak, ilmin rehberliğinde aydınlık yarınları birlikte inşa edeceğiz.

Umutsuz olmayacağız...

Dönemsel sorunlara, dönemsel krizlere takılmayacağız.

Tekrar ediyorum: 

Sabredecek, tahammül edecek, ilimle aydınlanmış ihtişamlı günlere erişecek ve inşallah o zaman da hamd edecek, şükredeceğiz.”

Ne yalan söyleyeyim;

Sadece bu konuşmayı dinlemek için bile bu meşakkatli yolculuğa katlanmaya değerdi...

Ben, bu konuşmadan çok istifade ettim... İstedim ki, sizler de mahrum kalmayın...

Gezi izlenimleri bu kadar...

********************************************************************

Kasap Şaron’un ölümü ve Gülen medyası!

Bir Müslüman; “Müslüman” bildiği birisi “vefat” ettiğinde, der ki; “Hakk’ın rahmetine kavuştu.”

Vefat eden Müslüman, bir “alim” ise; “Bir yıldız daha kaydı” veya “Hakk’a yürüdü” der.

Yine bir Müslüman, herhangi bir “Yahudi” veya “Hıristiyan” ya da bir “İslâm düşmanı” hayatını kaybettiğinde “filanca öldü” ifadesini kullanır...

Tıpkı, 12 Ocak Pazar günkü Akit’te, “Eli kanlı Şaron öldü” başlığını kullandığımız gibi... Çünkü, “Terör Devleti İsrail”in Başbakanı Ariel Şaron denilen adam, “Lübnan’da Sabra ve Şatilla kampları”nı basarak “4 bin civarında Filistinli Müslümanı katleden” ve tarihe “Kasap Şaron” diye geçen, “azılı bir katil”dir.

İşbu Şaron’un ölümü, “Fethullah Gülen medyası” tarafından nasıl verildi, biliyor musunuz?.. Bugün Televizyonu, Şaron’un ölümünü “Şaron vefat etti” başlığı ile duyurdu... Today’s Zaman gazetesi ise, Şaron’un “Öncü, çığır açan” bir adam olduğunu yazdı, iyi mi?..

Ehh, ne diyelim;

“Başları sağolsun!” 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi