Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

“Sizi Allah'a söyleyeceğim” Diyen Suriyeli Çocuğun Kaatilleri

“Sizi Allah'a söyleyeceğim” Diyen Suriyeli Çocuğun Kaatilleri

Beş yaşındaki Suriyeli çocuk en ağır acılar içinde ölürken diyor ki: “Bana yaptığınız her şeyi Allah'a söyleyeceğim! Her şeyi diyeceğim Allah’a!”                                

O beş yaşındaki çocuğun söylediklerinin bedelini ödemeyen İslâm dünyasına yazıklar olsun! O çocuğun, “sizi Allah’a söyleyeceğim” sözünün vebali Sünnî ve Şiî bütün Müslüman devletlerine aittir. 

Onlara şöyle demek isterdim: Utancınızdan ölün, yüreğinizi söküp petrol kuyularına atın. Din Günü’nde o çocuğun sözlerinin hesabını veremeyeceksiniz. O çocuğun sözleri sizi dünyanın ateşleri içinde kıvrandıracak, Gayya kuyusunda inim inim inletecek. O çocuk sizin rüyalarınıza girecek ve delireceksiniz, eminim buna.  

KAATİL DEVLETLER ÇAĞINDAYIZ

Kaatillerin hükümferma olduğu bir çağdayız. Dünyanın bütün kaatilleri cümbür cemaat Suriye’de katliam yapıyorlar, her yer insan ölüleriyle dolu. Müslüman kimliğine bürünmüş Nusayrî, Şiî, Sünnî ve El Kaide kisveli kaatiller kan dökücülüğün paranoyasına tutulmuşlar. Gün doğarken başlıyorlar öldürmeye.

Nekrofili, yani ölüsevicilik, öldürme hastalığı veba gibi yayılıyor Suriye’de. Savunmasız çocukları ve kadınları daha çok öldürüyorlar.

“Kaatil devletler topluluğu Amerika, Avrupa, Rusya, Çin, İsrail”, Bilâd-ı Şam’ın parçalanması için her hınzırlığı yapıyor. Litvanyalı, Ukraynalı ve Polonyalı resmî kaatiller Esad'la omuz omuza Suriye halkını katlediyorlar.                                             

Kuzey Koreli pilotlar Esad’a yardım için Şam'da üs kurmuşlar. İran, “Sünnî isyana karşı Esad rejimini korumak için kararlıyız” diyor ve katliama eşlik ediyor.

Venezuella’dan gelen kaatiller, katıldıkları çarpışma fotoğraflarını hâtıra olsun diye memleketlerine gönderiyorlar. Yunanlı Sosyalist kaatiller, “Suriye, Büyük Yunanistan'ın (Magna Graecia) parçası. Suriyelilerle eski bir akrabalık bağımız var. Bu iki bin yıl önceye dayanır” diyerek, katliama yardım ettiklerini söylüyorlar.

BİLÂD- I ŞAM HARAP OLURKEN                                                                                                                                                                                                     

Emperyalist Doğulu-Batılı güçler, kanlı stratejileriyle Suriye’de iç savaşı tahrik ediyor ve uzatıyorlar. Suriye halkı her sabah kan ve cesetler dolusu dehşet manzaralarıyla uyanıyor. Esad ve şürekası tarafından muhalefet katliama tâbi tutuluyor ve çoluk çocuk cümleten öldürülüyor.                                                                                                                                                                                                 

Kan gölüne dönen Suriye’de katliamcıların resmî elebaşı yakın tarihten bu yana aile boyu hain ve kaatil olan Esad ailesidir. Dede Süleyman Esad, Fransızların katlettiği Suriye halkına rağmen ülkeyi Fransa’ya sattı. Baba Hafız Esad, binlerce Sünnî âlim ve münevveranı idam ettirirken, sözde İsrail işgaline karşı savaştığı Golan’ı İsrail’e sattı. Oğul Esad, her iki dakikada bir kişinin öldürüldüğü Suriye’yi, İran ve Rusya’ya sattı.

“FİTNENİN EVVELİ ŞAM, ÂHİRİ ŞAM”

Şam’da “fitnenin günü” geldi. “Müslümanlar kardeştir ” düsturunun nâmı yok Suriye’de. “Ölüm tarlalarına” dönüşen Bilâd-ı Şam’da İslâm kimliğine halel getiren kaatiller kıyasıya öldürüyorlar.

“Kâfirler birbirinin dostları, yardımcılarıdır. Eğer, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmez, kendi aranızda dost olmazsanız, yeryüzünde kargaşa, fitne ve büyük fesat çıkar” (Enfal sûresi, 73) ikazını yapan âyetin hilâfına hareketler Şam’ı kasıp kavuruyor. 
                                                                                                                                
ZAMÂNIN SÜFYÂN’I OLAN ESAD’IN ŞAM’DA ÇIKMASI

Efendimiz’in (s.a.v.), “Şam’ın ortasından, adına Süfyânî denilen ve kendisine tâbi olanların çoğunun Kelb Kabilesi’nden olacağı birisi çıkar. O, insanları öldürür” buyurduğu gibi zamanın Süfyânı olan oğul Esad da tevarüs ettiği karakteri gereğince bugün öldürmeye devam ediyor.

Efendimiz’in (s.a.v.) hadisleri bilinmez midir Suriye’de? “Fitne zamanı evlerinizden ayrılmayın! Oklarınızı kırın, yaylarınızı kesin! Âdem aleyhisselamın oğlu Habil gibi olun!”

Suriye’de herkesin, Maide sûresinin 28. âyeti ile bildirilen “Yemin ederim ki sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” buyruğuna uyması gerekmez mi?

Kâbe-i Muazzama’yı gelir kapısı hâline getiren petro-dolar zengini, yüreklerinde zerre sızı olmayan Suudi Arabistan’ın sözde Müslüman oligarkları nerede? Güçlerini Bilâd-ı Şam’ın sulh ve selâmeti için kullanmayıp servet biriktiren Suud ve İran hegemonyası, “Sizi Allah’a söyleyeceğim” diyen çocuğun ve Hz. Peygamberimizin yüzüne nasıl bakacaklar? Allah’a nasıl hesap verecekler?

----------------------------------------

İLÂVE YAZI:

FİKİR DÜKKÂNI’NDAN HÂTIRALAR

Ey azizan! Yine haftalık bir hâtıramı sizlerle paylaşmak istiyorum. Fakiri yadırgamazsınız inşallah. Bilirsiniz ki fakir mazlum ve mazrur bir tekaüt olduğu içindir ki Mağara’sında münzevî bir hayat yaşıyor ve dolayısıyla pek hâtırası olmuyor. Kısmet oldu bu hafta, Şehr-i Maraş’ın Semerkand Kitabevi temsilcisi Davut kardeşimizle Semerkand Grubu temsilcisi Mehmet Yaşar’ın koordinatörlüğünde Adana Tüyap Kitap Fuarı’ndaki Semerkand Yayınevi standını ziyaret için yola düştük. Seyahatten esas gayemiz Ali Yurtgezen hocanın, “Hâcegân Sultanları” adlı kitabının imza günü’ne katılmaktı.  

Türkiye Yazarlar Birliği Şehr-i Maraş Şubesi Başkanı öğretim görevlisi ve kültür faaliyetlerinin öncüsü İsmail Göktürk’ün rehberliğinde ve kaptanlığında yola çıktık. Arabasında bir tekkede oturur gibiydik. Türküler ve tasavvuf ilahileri yolculuğumuza âhenk katıyordu. Mûsikî eşliğinde girdik Adana’ya ve yüzlerce yayınevinin standı bulunan, âdeta mahşerî bir kalabalığa sahip olan “uluslararası kitap fuarı” na duhul ettik. Şüphesiz ki modernizmin bir biçimi olan böylesi bir kitap fuarının gürültüsü zihnî ahengimi bozsa da Ali Yurtgezen hocanın kitap imza gününün ruhuma verdiği güç ve vecd ile her zorluğa dayandım, bediî saadetler yaşadım ve gönlüm inşirah buldu.

Semerkand standının yöneticileri gönül insanlarıydı. Fikirli çayları sektirmeden ikram ediyorlardı. Dilleri ve tavırları pek muhabbetliydi. İçlerinde Türk Dili ve Edebiyatı okumuş olan Ahmet kardeşimiz vardı ki, fakire pek “yakîn”lik gösterdi ve fikirli muhabbet zarfları atmaya başladı. Birkaç kez “Sizi bir yerden tanıyorum” dedi. “Bezm-i elestten tanıyor olabilirsiniz” dedim. Çünkü elest bezminde ruh ve meşrebleri bir olanlar bu dünyada da birbirlerini görünce tanırlar, birbirlerine hemen ısınırlarmış…” dedim. Sevindi, fakat yine de “ben sizi bir yerde görmüşlüğüm var” dedi. Ali Yurtgezen hoca araya girdi “filan sitede görmüş olabilirsiniz…”  dedi. Sevindim, çünkü Ali hocam, ifadesinin zımnındaki mâna ile fakiri taltif etmiş oldu. Ali hocamın taltifine mazhar olmak bahtiyarlıktır. Tabiî bendeniz böyle münasebetlerden mahcup olur, utangaçlık duyarım.

Semerkand standında yazar Ali Haydar Haksal’la da bu vesile ile tanışmış olduk. Stand ziyaretçilerinden Ramazan Çalışkan adlı bir sofi vardı ki bizleri gönül telimize vura vura cezbeye kaptırdı. Bembeyaz sakalına ellerimizi sürmesini istedi. Anbean cezbe hâlindeydi. Şiirlerini okuyor kendinden geçiyordu. “Sakalının rengi ve yumuşaklığının Gavs Hazretlerinin sakalına benzediğini” söylüyordu. Dostlarıma dönerek “ Bunda vecd fazlası var” dedim. Bu ifademe İsmail Göktürk fikirli ve kinayeli olarak güldü. Çünkü fakirde de öteden beri vecd fazlası vardır. Ancak bu yaşlı sofideki vecd fazlası bendenizden çok fazlaydı ve bin miligram civarındaydı. Bu cezbeli sofi “yakıtsız motor icadım var, başbakana çıkacağım” deyince, “keşke okuduğu şiir dünyasında kalsaydı” dedim. Ali Yurtgezen hoca, “Meczûplar böyle olur. Muzaffer hocamın Fakı’sının derviş hâli bu” dedi.

Yemek ikramında bulundular. Gönül dilinden sohbet ortamıydı. Kitap… fikir… dostluk… derken… cezbeye kapılmıştım. Ne dediğimi bilmeden “Biz Adana’ya kitaplara … Semerkand’a geldik. Bu, bir saadet… Maraş’taki dostlar balığa gittiler, gelmediklerine pişman mıdırlar acaba?” şeklinde sözler ettim ki, dilim kuruyaydı etmez olaydım. Cezbe hâlinde olduğumdan ham sözler sarf ettiğimi fark etmedim.

İsmail Göktürk, masada bulunan peçete kutusundaki balık resmini göstererek, “Hocam (Balıkçı şâkirtlerini balık tutmaya götürerek nefislerini ve balık tutma hırslarını tasavvufâne bir şekilde terbiye eden ârif vasıflı hocamız) sana mesaj veriyor. Balıktaki hocam şu anda hem orada, hem buradadır, bize bu mekânda dahi tasarruf ediyor, dikkatli olmalısın…” deyince, “eyvah!” diyerek bir müddet dondum kaldım.

Etraftaki masalarda balık resmi olan peçete kutusu yoktu. Sadece bizim masada vardı. Bunu anlayınca iyice çarpıldım. Bir bendeki zayıflığa baktım, bir de İsmail Göktürk’teki ferasete baktım ve ondan iyice korkmaya başladım. Zaten mantalitesinin yüksekliğinden öteden beri korkarım (bu bağlamda korkmak, gıpta etmek mânasına gelir). Bu hamlığımı nasıl telâfi edeceğimi, Dükkân olarak görür ve bilirliğine itimat ettiğimiz Tayfun Göktürk dostumuza soracağım.                        

Yeri gelmişken, İsmail Göktürk’ün mantalitesine dair bir misâl vereyim. Kemalist bir yayınevinin standında kitap imzalamaya gelen ve Ak Parti’ye kapatma dâvası açan meşhur (!) eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’a Ak Parti karşıtı olduğunu bile bile bir öyle sormuş ki, darbecilerin yandaşı sabık başsavcı Türkiye’den ümidini kestiğini söylemiş. Soru şöyle: “Sizce Ak Parti- Cemaat arasındaki tartışmasında hangisinin tavrı millîdir?” Vural Savaş: “İkisi de millî değil, ikisi de Amerikancıydı. Ak Parti eksenden kayınca birbirlerine düştüler. Türkiye’yi bozuldu, bir daha adam olmaz artık” diyerek eski vesayetçi Türkiye’yi yeniden oluşturmaktan ümidini kesmiş ve bir de bir misâl vermiş. “Van’da savcı iken bir kaymakam şoförü vardı. ‘Benim bozduğum arabayı kimse yapamaz’ derdi. Bu hükümet Türkiye’yi böyle bozdu, kimse yapamaz artık” demiş. Başsavcı felfellemiş, fazla konuşamamış.

Bu çarpıcı mülakata hava değişimi için bina dışına çıkmam sebebiyle müdahil olamadım.

Standa döndüğümde Adana’nın ehl-i fikir ve kâmillerinden Adnan hoca isimle ağabey Ali Hocama kitap imzalatıyordu. Duruş ve diliyle ehl-i dil biri olduğu belliydi. Onunla bizi, Mehmet Yaşar dostumuz tanıştırdı. Kendisine ilk müspet tesiri olan kişinin Adnan hoca olduğunu söyledi. Dostluğun şeyhi merhum Fethi Gemuhluoğlu ile 1970’li yıllarda mülaki olmuş biriydi. Türklüklerini öne çıkaran ülkücü gençlere Menzil’e gitmelerini tavsiye edermiş ve bu tavsiyesinde de bir hayli mesafe almış bir dâva adamıydı.

Dönüşümüzde oğul Memduh Göktürk’le bol bol “kitap lafı verdik.” Dilimin şişi indi. Son zamanlarda Fikir Dükkânı’nda siyaset, hükümet-cemaat mevzularından fırsat bulamıyordum.

Türkiye Yazarlar Birliği Şehr-i Maraş Şube Başkan Yardımcısı hikâyeci ve şair Hasan Ejderha, Yazarlar Kongresi için Ankara’ya girmişti. Ankara’da neler yaşamıştır? Bu âcizin yaşadığı vecdli hâtıraları olmuş mudur Ankara’da? Görelim heybesinde neler var?

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
7 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi