Yaşar Değirmenci

Yaşar Değirmenci

Dâvâsını üretenler/ Dâvâsını tüketenler

Dâvâsını üretenler/ Dâvâsını tüketenler

Bir türlü gündemden düşmeyen son hadiseler, bütün Müslümanları üzerinde düşünmeye sevk edip ‘niçin bu hallere düşüldü?’ sualine cevaba zorlamalıdır. İçine düşülen bu girdabın sebeplerine kafa yorulmalıdır. Diğer cemaatler de, benzer durumların kendilerinde yaşanıp yaşanılmadığı hususunda iç dünyalarına dönüp bir ‘nefs muhasebesi’ yapmalıdır. Din namına, İslâm’a hizmet namına ortaya kim çıkarsa çıksın; hassasiyet göstermek, dikkat etmek, zararlı olmamak, aleyhte kullanılacak malzeme vermemek durumundadır. Yaşanan olaylar, şuurları iğdiş etti. Kafalar, gönüller karıştı. İnanan insanların ruh dünyası ile oynandı. Güven bunalımı doğdu. Emin olan, güvenilir bilinen ‘Mü’min şahsiyeti’ yaralandı. Sadece buna sebebiyet verenlerle kalmadı, büyük kitleler zan altında bırakıldı. Bunalıma, tedirginliğe kapı açıldı. Şimdi de kapat kapatabilirsen… Dünyevî hiçbir şey imanımızdan daha değerli değil! 

Allah adına konuşmaktan daha ağır bir sorumluluk olmadığı halde, Allah adına konuşmak bu kadar hafif mi görülmeliydi? Bir işin Allah adına olması yani ondan sevap beklenmesi, bizim temennilerimizle değil Allah’ın kabulü ile mümkündür. İmanın yolu, istikamet yoludur. İslâm’ın ölçüleri, istikamet ölçüleridir. Bu ölçüler bize Kitabımızla, Peygamberimizle bildirilmiştir. Bize düşen, bildirilmiş ölçüler üzerinde amel etmektir, tefekkür etmektir; onların yerine yeni ölçüler ikame etmeye çalışmak, yorumda bulunmak değil. İman-amel ihlas sarsılmaz ölçüdür. İslâm’ın nasıl yaşanacağının en güzel ve mükemmel örneği, Resulullah Efendimizdir. İslâm’a uymayan beyanlar ve tavırlar, kimden gelirse gelsin reddedilir. İsterse o kişi havada uçsun, denizde yürüsün! Bu bir imtihan çeşididir. Ahir zamanda, gitgide daha çok görülecektir. Bu durum, bildirilmemiş değildir ki. Ne kadar tuhaftır, insanlar, fevkaladelikler görmek istiyorlar; görmeyi çok istedikleri için de, olmayanı bile var gibi görüyorlar. Gördüklerini o türlü ve o yönde “algılamaya” yatkın bir ruh hali içinde bulunuyorlar. Dinimizde olmayan bu “olağanüstüye”, “gizeme”, “sırra”, “esrara” olan aşırı ilgiyi nereye koyacağız? Allah Rasulü’nün yaşadığı “model hayat” hiçbir sahteliğe izin vermeyecek kadar gerçek ve açık olarak ortadadır.  Rasulüllah Efendimiz’in hayatı hep ifrat ve tefritten uzak, ‘itidal hayatı’dır. Bir tek tavrını,  sözünü, işaretini gösteremezsiniz ki itidal güzelliği taşımasın. Peki nasıl oluyor da Müslümanlar itidal’i, ölçü ve dengeyi bırakıp, ‘aşırılıkları/abartıları’ önemsiyorlar.

Peygamberimiz: “Din’de ifrat (aşırılık) helake sebeptir” buyuruyor. Çünkü itidalden uzaklaşmak, dinin özünden/esasından sapmadır. Niyeti ne olursa olsun her ifrat, yoldan uzaklaştırır. ‘Efdaliyet (üstünlük) hastalığı’na tutulanlar, mutlaka âyetlerin ışığında siyer kitaplarını, hadis-i şerifleri üzerinde düşünerek okumalı ve ‘laf ebeliği’ lüzumsuz savunmaya geçme, üzerine alınma yerine kendisini bir ‘nefs muhasebesi’ne tâbi tutmalıdır. Rasulüllah Efendimizin irtihalinden sonra bir tane sahabenin ‘Divan-ı Salihîn’ (Peygamberimizin başkanlığında, Hz. Ebubekir’lerin bazı önemli sahabilerin, mürşidi kâmillerden bazılarının katıldığı varsayılan) toplantı, orada alınan kararlar, yahut şura, vs. gibi bir husustan bahsettikleri görülmemiş, Peygamber Efendimizi rüyalarında görseler bile (bağlayıcılığı olmadığı için) hiç bahsetmemişlerdir.

Kur’anın uygulayıcısı Rasulullah’ın ilk neslin iç dünyasında inşa ettiği usul ve üsluba, bugünün Müslüman’ı (her türlü imkana sahip olduğu halde) muhtaçtır.  Sahabenin hayatında, bugün Müslümanların (bilhassa cemaatlerin) dışarıya yansıyan halleri gibi, hiç konuşulmaması gereken konular ve öne çıkaran tavırlar var mıydı?  Ashabı, böyle bir arayış içinde bulunmuş muydu? Bir tek örnek gösterilebilir mi? “Bir mucize zuhur etti, herkes iman etti” şeklinde bir haber veya bilgi var mı? İmandan nasibi olanlar iman ettiler.

Kalbi mühürlü olanlar mucizelere rağmen iman etmemişlerdir. İşin özü budur. İnsanın manevi hayatı ile ilgili çok önemli bir hususun, Kitap’ta, Sünnet’te yer almamış olması mümkün değildir. Maalesef bugün malûm hadiseler ve Ümmet’çe tepki gösterilen haller bütün cemaatlerde olabilir. Hangi cemaat olursa olsun onun lideri, hocası, üstadı, abisi veya emîri Peygamberimizle (temessül veya tecessüm yahut rüyada) irtibat kurmakta, cemaatine verdiği talimatların asıl oradan geldiği iddia edilebilir. Tepede siyasilerle yapılan anlaşmalar, (belki pazarlıklar) maiyetindekilere verilen talimatlar, mistik bir hava verilerek kutsallaştırılmadı mı? Yaşadığımız hayatın gereği yapılan işler bile, müteselsilen Peygamberimize dayandırılmadı mı?  Bütün bu basitlikler bile, dinin rüknü muamelesi görmedi mi? Ya bu konuşmalar internete düşse, hiç utanmayacaklar mı? Ehli sünnette var mı bunlar?

Cemaat mensuplarını şartlandırarak, bu saf, temiz insanları, ‘güdümlü mermi’ gibi kullanmak, bunu da ‘itaat ve disiplin’ adına yaptırmak ne kadar hazindir? Kavramlarla oynanmamalı. Şahsiyetleri öldürüp sürü haline getirilmemeli. Âdetler ibadet, ibadetler âdet halini almamalı. Hür iradesini kullanan insanların aklına ve iradesine ipotek koyan, onları kullanamaz hale getiren yapı, sakat bir yapıdır. Bir müçtehid İmamımızın buyurduğu gibi ‘Öyle hata yapın ki, hata yaptı desinler, sapıttı demesinler.’ İmam-ı Rabbani Hazretleri bu meseleler üzerinde bir sürü mektubu ile talebelerini uyarmıyor mu? Nedir bu hastalık. Hep mirasyediler gibi üretmeden tüketecek miyiz? O mübarek zatların bize akseden yaşayışları neremizden belli? Tasavvufun kendine has terbiye metodu olan seyr u sülûkü liyakatle tamamlatacak kaç mürşid-i kâmil vardır? Seyr u sülûkü tamamlayacak altyapıya sahip kaç mürid çıkar? Hangi bilgiyle, hangi birikimle, hangi irfanla, hangi ihsanla, hangi zühdle, hangi takvayla, hangi lokmayla, hangi yürekle?

“Öbür âlemde şeriattan sorulacak, tasavvuftan değil.” sözü de tasavvuf büyüklerine ait. Tasavvuf veya tarikat; vahiy kaynağından nasiplenir, feyizlenir. Mürşid-i Kâmiller de Rasulullah Efendimizin vârisleridir. O mübarek zatlar da, O kaynaktan beslendikleri müddetçe makbuldürler, muteberdirler, muhteremdirler. Aksi halde sıradan insan olarak bile kalamazlar. Dinimize, Kitabımıza hizmet eden/etmeye çalışan herkes beyaz elbise giymiş demektir. Beyaz elbise leke kabul etmez. İmam-ı Rabbani hazretleri ‘Fevkaladelikler (olağanüstülükler) peşinde koşmayınız.

Âlemin bildiği bize yeter’ buyurmuyor mu? Peygamber Efendimizin hayatı mucize değil mi? Hizmet eden bütün İslam büyüklerinin hayatları hep çile, mücadele, küfre meydan okuma ile geçmedi mi? İslam adına üzerimize terettüp eden hizmetlerden bu şekilde sıyrılma ve böylece ‘teselli ibadeti’ne dönüşmesi tehlike değil mi? Dinimiz İslam; bu kısır düşüncelerle ölçülemeyecek kadar büyük bir dindir. Kimsenin vazifesi de İslam’dan olanlarla olmayanları ayırmak ve şüphelileri tarassut altında tutmak değildir. İslam’a kendisi gibi bakmalıyız. Sadece bir tarikat penceresinden, bir vakıf bülteninden, bir önderin izinden, bir siyasinin görüşünden bakılacak kadar küçük bir alanda değiliz.

Düşünmeye, kıyaslamaya, sorgulamaya, özeleştiriye, beşerî zaaflarımızı ve şuuraltımızı bir denge noktasında kıvamlandırıp fazilet ve güzellik hâline dönüştürmeye o kadar ihtiyacımız var ki… Maalesef buna mecalimiz de cesaretimiz de yok! 

(Devamı yarın İnşaallah...)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
11 Yorum
Yaşar Değirmenci Arşivi