Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Sanat ve hizmet

Sanat ve hizmet

Tarihi “tahrif” (değiştirme, bozma) eden romanlardan, oyunlardan, sinema filmlerinden ve televizyon dizilerinden millet olarak da, hükümet olarak da yakınıyoruz…

Ancak ne bizim aklımıza, ne hükümetin aklına “doğrusunu yapmak” gelmiyor.

Gelmiyor, çünkü “doğrusunu” yapması gerekenler arasında ne niyet var, ne gayret var, ne sanat var, ne sanatçı var…

Önce “yapalım” niyeti, ardından yapma gayreti, sonrasında finansman (yani para), nihayet hikâyeci-romancı, tarihçi, senarist, yönetmen, oyuncu lâzım…

Oysa biz yanlış bir “din” algısı sebebiyle yıllar boyu sanata hor baktık, sanatçıyı hakir gördük: Kimimiz “Şeytan işi”, kimimiz “fuzuli iş” deyip durduk.

“Kâfir” damgası dahi yemeyi göze alarak yetişen birkaç ismi de ya malzemesiz (oyun, hikâye, roman, senaryo) bıraktık ya da “öteki”leştirip “karşı taraf”a pasladık!

Yahut da, kendi mensubiyetimizin (tarikat-cemaat, siyaset) çerçevesinden bakıp, “yüzde yüz bizden” olmayanları görmezden geldik.

Kimini kırıp döktük, kimini de envai çeşit kulplar takarak diskalifiye ettik.

Böylece, gelişip “otorite”ye dönüşmelerini engelledik.

Öyle çok hırpaladık ki, “solcu” yahut “dinsiz” olmadılarsa, imanlarının sağlamlığından olmadılar.

Sözün burasında, izninizle kendi hikâyemi paylaşmak istiyorum…

İlk romanım Sunguroğlu yayınlandığında 28 yaşındaydım. Sevinçten uçuyordum. Yetişmemde büyük payı olan babamla da sevincimi paylaşmak istedim. Bir kitap gönderdim. Daha okumadan, sadece kapaktaki “roman” kaydına bakarak sert bir eleştiri yaptı: 

“Seni inançlarına hizmet için İstanbul’a gönderdim, sen tuttun Avrupalılar gibi roman yazdın. Masalla, hikâye ile hizmet olmaz!”

Ne kadar üzülüp kırıldığımı anlatamam. Kalemim kilitlendi. İkinci mektubunu alana dek hiçbir şey yazamadım…

Babamın ikinci mektubu birinci mektubun tam tersiydi: “Ciğerparem oğlum” diye başlıyor, kitabımın yıllarca hizmet edeceğini söylüyor,  yeni çalışmalarımı beklediğini belirtiyor, ilk mektubunu kitabı okumadan yazdığı için özür diliyordu.

Meğer o ara gripten yatağa düşmüş, nekâhat döneminde kitabımı baştan sona okumuş ve etkilenmişti.

İlk mektubunu ise romanın dindar hafızalarda bıraktığı olumsuz çağrışımların etkisiyle kaleme almıştı. Nasıl rahatladığımı anlatamam. 

Ancak engeller, babamın “ambargo”yu kaldırmasıyla bitmemişti: Bu kez de cemaatlerden tarikatlara kadar, neredeyse tüm dini grupların engeline takılmıştım. Özel toplantılarında şiddetle eleştiriliyor, “tebliğ metodunu saptırmak”la suçlanıyordum.

Hepsi sabırla aşıldı. Israrla yazmaya devam ettim. Şimdi bile ufak-tefen itirazlar geliyor, ama artık aldırmıyorum.

Yalnız şunu belirtmeliyim ki, ilk zamanlarda müthiş bir baskı hissetmiştim. Zaman zaman bunalmış, vazgeçmeyi dahi düşünmüştüm. Her seferinde teşvik edici bir şeyler oldu ve devam ettim.

Ne yazık ki, bazıları devam edemedi. “Mahalle baskısı”na dayanamayan nice romancı, hikâyeci, oyuncu, ses sanatçısı adayları pes etti.

Sonunda sanatçısız kaldık. Hâlbuki sanat olmadan hayat olmaz! 

Bir inancın, fikrin, felsefenin mutlaka sanat/ edebiyat ayağı olmalı. Yoksa “etkisiz tepki”lere tıkanır, olduğu yerde patinaja düşer.

İşte biz yıllardır böyle bir patinajdayız!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi