Sedat Laçiner

Sedat Laçiner

ABD'yi Ne Zaman Yakalarız?

ABD'yi Ne Zaman Yakalarız?

İmparatorluk torunu bir millet olarak geçmiş muhteşem günlere dönme hayali hemen hemen her Türkte vardır. Zaman zaman bana ulaşan okur yorumlarında da bu özlemi sıklıkla görebiliyorum. Dünya düzenine duyulan isyan ve Türklerin gördüğü haksızlıklar bu özlemi daha bir kamçılıyor.

Kimi okurlarımız soruyorlar, “ABD’nin her dediğini yapmasak, ona bir haddini bildirsek, hiç mi gücümüz yok” vs. Bazı okurlarımız da diyor ki ABD’yi ne zaman yakalarız, o güzel günlere ne zaman ulaşırız?”

Ülkeleri gelişmişlikleri açısından kıyaslamak kolay değil. Bunun için belki de yüzlerce, binlerce farklı kriterle karşılaştırma yapmak gerekir. Ancak bunlar içinde milli gelir, özellikle kişi başına düşen milli gelir en önemli değerlerden biri olsa gerektir.

Bu açıdan baktığımız zaman, Türkiye’nin 800-820 milyar dolar civarında bir GSMH’ya sahip olduğu görülüyor. IMF’ye göre dünyanın en büyük 18. Ekonomisiyiz, Dünya Bankası’na göre ise 17. büyük ekonomisiyiz.

Almanya’nın milli geliri 3.6 trilyon dolar, yani Türkiye’nin neredeyse 4.5 katı. Fransa 2.7, İngiltere ise 2.5 trilyon dolar büyüklüğünde ekonomilere sahip. ABD ise 16.7 milyar dolarlık devasa bir ekonomiye sahip. Başka bir deyişle 20.3 tane Türkiye’yi üst üste koyduğunuz zaman bir Amerika’ya ulaşıyorsunuz.

Kısacası Türkiye’nin kapatması gereken fark muazzam. Üstelik diğer alanlarda bir karşılaştırmaya gidecek olursanız farkın daha da açıldığını görürsünüz…

% 5 BÜYÜME YERİNDE SAYMAKTIR

ABD bir yılda GSMH’sını % 5 oranında büyütmeyi başardığı vakit, her yıl ekonomisine 835 milyar dolar daha eklemiş oluyor. Yani ABD’nin % 5’lik büyümesi Türkiye’nin milli gelirinden bile daha fazlaya karşılık geliyor… Türkiye % 5 büyüdüğünde ise bunun ekonomiye etkisi sadece 41 milyar dolar civarında…

Mülkiye’deki iktisat hocalarımız “Türkiye % 5 büyüyorsa bu, aslında yerinde sayıyor demektir. Türkiye’nin % 5’in üzerinde büyüme rakamlarına ulaşması lazım ki yılların açığı kapansın, gerçek bir büyüme yaşansın” derlerdi.

Türkiye’nin GSMH’sı 2002 yılında 231 milyar dolar civarındaydı, 2013 yılında ise rakam 800 milyar doları aştı. Başka bir deyişle Türkiye son 13 yılda büyüme oranlarında büyük bir sıçrama yaptı. Kimi uzmanlara göre fiyat artışlarından arındırdığınızda büyüme daha düşük bir oranda çıksa da, Türkiye’nin 2002’den sonra iyi bir ivme yakaladığı söylenebilir. Yine bazı uzmanlar bu ivmede 1990’lara baskılanan, özellikle büyük deprem felaketi ve ekonomik krizlerle geri düşen ekonominin yılların açığını kapattığını da söylemektedirler.

Fazla uzatmayalım, Türkiye’nin benzeri bir hikâyeyi yakalayabilmesi için, yani önümüzdeki 10-15 yıl içinde 820 milyar dolar civarında olan milli gelirini 3-4 misline çıkarabilmesi için kur ve diğer değerler sabit tutularak ortalama % 10 oranında büyümesi gerekiyor.

Oysa şu anki gelişme hızımız % 3 civarlarında. Yani Mülkiye’den bize öğretilenle değerlendirecek olursak bu yıl büyümedik, aslında bir miktar küçüldük veya yerimize saydık. Üstelik önümüzdeki yılın rakamlarının da büyük bir sıçramayı getirmeyeceği anlaşılıyor. En iyimser tahminlere göre dahi Türkiye önümüzdeki yıllarda % 4-5 civarında büyüyebilecek.

Buna rağmen, diyelim ki bir mucize oldu ve kur önümüzdeki 30-35 yıl boyunca sabit kaldı ve dünyanın büyük ekonomileri de her yıl % 0 büyüdü, yani bizi bekleyip hiç büyümediler. Biz de yine bir mucize eseri önümüzdeki 35 yıl boyunca en az % 10 büyüdük diyelim… Acaba bu şartlar altında Almanya’yı, Fransa’yı veya ABD’yi hangi yıl yakalayabilirdik?

Eğer bu olmayacak kadar iyi varsayımlarımız gerçekleşirse Türkiye 2023’de 1,796 milyar dolarlık bir ekonomik büyüklüğe ulaşmış oluyor… Eğer önümüzdeki 15 yıl boyunca İngiltere her yıl % 0 büyür, bizde her yıl % 10 büyürsek İngiltere’yi gelir büyüklüğünde yakalamamız 2027 yılını buluyor. Almanya’yı, aynı şartlar altında yakalayabilmemiz için ise 2031 yılını beklememiz gerekiyor… ABD için ise beklememiz gereken yıl 2046.

BU GİDİŞLE ZOR

Dediğimiz gibi dünya yerinde sayarsa, adeta donarsa, biz de uçarsak bu ülkeleri yakalayabileceğimiz tarihler bunlar. Oysa ki dünya yerinde saymıyor… Örneğin Almanya 2000 yılından bugüne milli gelirini 1,8 trilyon dolardan 3,6 trilyon dolara çıkarmış, yani 2 misline katlamış. Aynı şekilde Fransa da, ABD de bu süre zarfında milli gelirini 2 misline çıkaran ülkelerden…

Yukarıdaki varsayımlarımızdan Batılı ülkelerin gelişme oranını yıllık % 3’e çekersek Türkiye’nin bahsettiğimiz devletleri bizlerin ömürleri içinde yakalayabilme şansı hiç yok…

Elbette hayatta herşey mümkündür ve hayat her türlü matematik hesabını alt üst edecek bir güce sahiptir. Gelişmiş devletler büyük savaşlara veya felaketlere düşer de az gelişmiş devletler umulmadık etkilerle daha iyi bir konuma gelebilirler. ABD’nin süper güç oluşu ve dünya liderliğini Avrupa’dan alması böyle olmadı mı?

Ancak ilerlemeyi kadere yüklemek ve kendi yapacaklarını yok saymak, sebepleri yerine getirmemek de olmaz. Bu açıdan bakıldığında ileride zıplama yapacak ve medeniyetin öncü ülkelerinden biri olacak bir Türkiye için kuru hamasetler yapmak veya gücümüzün çok ötesinde hayallere kapılmak son derece yanıltıcı olur. Kendisini kandırandan daha büyük bir sahtekar olamaz… Gelişme ve kalkınma için yapılacaklar bellidir ve bunların başında da eğitim gelir…

Bugün tüm dünya kabul etmektedir ki eğitimdeki gelişme ile ekonomik zenginleşme arasında birebir bir ilişki söz konusudur. Bunu artık tartışmak dahi lüzumsuz sayılmaktadır… Bu durumda Türkiye de yeni bir iktisadi sıçrama yapmak istiyorsa bunun anahtarı eğitimde iyileştirmeden geçer.

EĞİTİM DEVRİMİ ŞART

Bunu söylediğimizde yetkililer Türkiye’nin eğitimde büyük devrimler yaptığını, en büyük yatırımın eğitime gittiğini, bundan sonra da bütçeden büyük rakamların eğitime ayrılacağını söyleyeceklerdir. Doğrudur, son 15 yıl boyunca Türkiye ekonomiye önemli yatırımlar yaptı, halen de bu yatırımlarına devam ediyor. Her ile bir üniversite açılması bu çalışmalardan sadece biri… Ancak eğitimi geliştirmek için hevesi olmak, büyük çabalar sarfetmek her zaman en doğrunun yapıldığını göstermiyor… Ayrıca yılların açığı öylesine büyük ki, bunları kapatmak kolay olmuyor.

Basit bir kıyaslama yapacak olur isek, Güney Kore’de üniversite mezunlarının oranı 2000 yılında % 24 civarındayken 2010 yılında tam % 40’a çıkmıştır. Yani 2 misli artmıştır. 2013 itibariyle bu oran % 42 ve yükselmeye devam ediyor. Türkiye’de ise üniversite mezunlarının oranı % 14’ü bile bulmuyor. Üstelik buna kalite kriterini hiç eklemiyoruz.

Bugün Güney Kore’de nüfusun % 67’si üniversiteye gidiyor, Türkiye’de ise oran % 20’yi dahi bulmuyor. Yani geleceğe dönük tahminlerimizi daha iyi yapmamız için elde olumlu bir gelişme yok.

NE YAPMALI?

Peki, neden böyle oluyor? Neden Türkiye eğitimde beklediği zıplamayı bir türlü gerçekleştiremiyor?

Herhalde bu sorunun pek çok cevabı var. Ancak cevapların başında bütüncül bir eğitim anlayışına sahip olamamak geliyor…

Türkiye eline geçeni öğrencinin zihnine tıkmaya çalışan, değerlerden ve tutarlı bir mantıktan uzak bir eğitim anlayışı ile nesillerini yetiştirmeye çalışıyor. Eğitimin soyut ama çok daha önemli kısmı çoğu kez dikkatlerden kaçıyor ve gelişme daha çok maddi değişikliklere indirgeniyor. Bina sayısı, kitap sayısı veya akıllı tablet sayısı gibi veriler ile eğitimin başarısını ölçebilmek imkânsız. Türkiye başarı ölçme ve değerlendirmede daha gerçekçi modeller kurmak zorunda… Kısacası, Türk eğitim sisteminin ulaşmak istediği bir insan modeli ve eğitmeye çalıştığı öğrencilerde bilimsel bir ölçme kriteri yok. Gideceği yeri bilmeyen gemi için ise hiçbir rüzgâr yardımcı olamıyor.

İkinci olarak eğitime ayrılan milyarlarca liralık kaynak plansızlık ve önceliklerin doğru belirlenmemesi nedeniyle çoğu kez israf oluyor. Örneğin her ile bir üniversite projesi illerimiz için son derece faydalı, yükseköğretim için ise büyük bir felaket oldu. İllerimiz bu sayede önemli bir maddi kalkınma sağladı. Fabrikaların özelleştirme nedeniyle kapandığı pek çok ilde üniversitelere yeni fabrikalar gözüyle bakıldı. Geçmişte acemi er eğitim merkezlerine nasıl bakılıyorsa, günümüzde de öğrencilere öyle bakılıyor…

İllerimiz, kurulan üniversiteler sayesinde büyük kazançlar elde etti belki, ancak kıt kaynakların sınırsız alana dağıtılması yatırımların etkinliğini azalttı. Bugün ülkemizde 180 civarında üniversite var. Oysa ki öğretim üyesi sayısı 100 üniversiteyi dahi ideal bir şekilde yürütmeye yeterli değil. Öğretim üyesi yetiştirme hızı düşünüldüğünde bu sorun daha uzun yıllar süreceğe benziyor. İşin içine nitelikli öğretim elemanı şartını getirecek olur isek ideal şekilde yürütülebilecek üniversite sayısı Türkiye için 50’nin dahi altına düşecektir…

Başka bir deyişle maddi kaynakların ve insan gücünün çok sayıda üniversiteye bölünmesi, ayrılan kaynakların etkinliğini azaltıyor ve çoğu zaman harcamalar israfa dönüşüyor. Örneğin İzmir veya Bursa’da 1 liraya yapılabilecek yatırımlar az gelişmiş bir ilde uygulandığında 50 liraya, hatta 100 liraya mal olmakta, o dahi beklenen sonucu verememektedir.

Son 10 yılda açılan 100’den fazla üniversite, yeni kurulduklarından ilk iş olarak tüm kaynaklarını yapılaşma ve diğer altyapılarını kurmaya harcamaktadırlar. Hal böyle olunca eğitim ve bilim faaliyetlerine çok ama çok az kaynak kalmaktadır… Türkiye ise yükseköğrenime milyarlarca dolar ayırdığını sanarak sevinmekte, ayırdığı kaynakların bir an önce bilimsel ve eğitsel sonuç olarak geri dönmesini bir anlamda boşuna beklemektedir…

Açılan üniversitelerin kapanması elbette söz konusu değil, ancak en azından devlet açısından yeni üniversite açmaktan ziyade mevcutların niteliğini ve imkanlarının arttırmak öncelik olmalıdır... Devlet üniversiteleri özel kurumların mantığıyla çalışabilecek hale gelmeli, kendi aralarında rekabete girebilecekleri teşvik ve değerlendirme sistemleri kurulmalıdır. En önemlisi çok sayıda üniversitenin ihtiyaç duyduğu öğretim elemanı yetiştirilmesine büyük önem verilmeli, kadro yetersizliğine de çare bulunmalıdır... 

Bir diğer sorun ise her ile açılan üniversiteler o ilde taşralaşması, kuruldukların yeri geliştirme imkânını bulamadan o bölgenin etkisi altına girerek yerelleşmeye başlamasıdır. Evrenselden kopan üniversitelerin ise bilim üretmesi ve nitelikli bir eğitim vermesi beklenemez.

Özetleyecek olur isek Türkiye, zaten kıt olan kaynaklarını en azından yükseköğretimde dağınık kullanmaktadır ve yapılan fedakârlıklar beklenen sonuçları üretmemektedir… Önceliklerin doğru sıralanamaması hem israfa, hem de yanlışlara neden olmaktadır…

İllerin üniversitelere hazır olmayışı, öğrenciler açısından pek çok sosyo-kültürel ve ekonomik soruna da neden olmaktadır. İllerimizin pek çoğunda maddi kazanımlar sosyal bozulmaların görülmesini engellediğinden üniversite eğitiminin tüm illere kısa sürede yayılmasının toplumsal maliyeti gerektiği gibi hesaplanamamaktadır…

ÇARE ÖZEL VE ÖZERK OKULLAR

Benzeri bir tabloyu ilk ve orta öğretimde de görüyoruz… Özellikle devlet okullarının hali içler acısı… Özel okulların sistem içindeki oranı ise hala % 3 civarında… Bu oran pek çok ülkede % 20’nin üzerindedir. Kaldı ki gelişmiş ülkelerde devlet okulları dahi özel okul mantığıyla çalışmaktadırlar… Örneğin, eğitimde dünyanın en başarılı ülkelerinden Hollanda'da kamu kaynaklarından desteklenen okullarının üçte ikiden fazlası özerk bir idareye sahiptir...

Hal böyle olunca devletin büyük fedakârlıklarla açtığı veya vatandaşın bağışlarıyla yaptırıp devlete teslim ettiği okullarımızın büyük bir kısmı öğrenciye eğitimi sevdirmek bir yana eğitimden soğutuyor. Türkiye burada da yaptığı fedakârlıkların ve harcadığı kaynakların karşılığını alamıyor.

En kötüsü yarım yamalak verilen bir eğitim. Bazı durumlarda hiç eğitim almamaktan bile daha kötü olan yarım eğitim Türkiye’nin büyük sıçramalar yapmak için önündeki en büyük sorun belki de…

Toparlayacak olursak, büyük devlet olmak ve gelişmiş bir toplum olabilmek için almamız gereken mesafe uzun... Mesafeyi kısaltmak ise eğitime hem daha fazla yatırımdan, hem de daha programlı ve maliyetle uyumlu sonuçlar veren çalışmalardan geçiyor... Eğitimde başarı ne kadar çok para harcadığınızla veya ne kadar çok okul açtığınızla ölçülmüyor. Ülke olarak kaba büyüklüklerden ziyade nesilleri ne kadar değiştirebildiğimize, eğitimin niteliğini ne kadar yükseltebildiğimize odaklanmamız gerekiyor...


Başa dönecek olur isek, ABD'yi veya Almanya'yı okullarımız Amerikan veya Alman okullarını yakaladığı zaman yakalamaya başlarız... Aksi taktirde tüm çabalarımız boşa gider, kuru bir heves olarak kalır... 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
Sedat Laçiner Arşivi