Muhsin Meriç

Muhsin Meriç

109 sene önce...

109 sene önce...

HIZIR

“Şeyhim!” dedi Ayşe Hanım ve yanına gelen evladına anlatmaya başladı...

“Oğlum” yerine “Şeyhim” derdi Husrev’e.

O da bu iltifata karşılık olsun diye değil, gayet samimi bir şekilde her gün annesinin ayaklarının altını öperdi.

Cennetin kimin ayağının altında olduğunu gayet iyi biliyordu.

Cennet’e giden yolun nereden geçtiğinin de şuurundaydı.

Zikir halkalarına dahil olmuştu küçük yaşta.

Öyle ki gitmediği vakitler zikir halkasında yeri boş bırakılırdı.

Arkadaşları ona “Hızır” diyorlardı.

‘Milletin Hızırı’olacağı günlere çok vardı daha.

Takvimler 1905 senesini gösteriyordu.

Rus-Japon savaşında dengeler değişmiş, Rusya İmparatorluğa çöküşe geçmiş, Birinci Rus Devrimi’ne giden yol açılmıştı.

II. Abdülhamit’e Yıldız Sarayı önünde suikast girişimi de aynı sene olmuştu.

Mustafa Kemal, Şam’daki 5. Ordu’ya tayin edilmişti.

Einstein İzafiyet Teorisi’ni Nisan 1905’te açıklamıştı.

Kul daralmamıştı henüz, lakin, ‘Hızır’ bir yandan yetişiyordu Isparta’da...

BAŞİD

Yıl 1905...

Yer Başid...

Hürriyet onun için ekmekten daha mühimdi; “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” dememiş miydi?

“En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir” diye haykırmamış mıydı?

“Hakiki hürriyetin bulunduğu” Doğu Anadolu dağlarını da çok severdi onun için.

Başit, Ferraşin, Beytüşşebab onun yaz mevsimindeki vazgeçilmez tefekkür mahalleriydi.

‘Kâinat Kitabı’nı okumak için en mutena semtlerdi dağlar.

Hem ona göre dağlar “zemin sefinesinin hazineli direkleri”ydi, belli ki pek çok hazinenin anahtarını da bulmak için dağlara tırmanmak, mağaralarında inzivaya çekilmek, misalilerle hemhal olmak, yıldızlarla hasbihal etmek gerekiyordu.

Madde incelmeli, mana açılmalıydı.

Öyle de yaptı Molla Said.

Hatta yanına gelen ve “dağ aslanı” diye tabir ettiği vahşi Kurtlarla bile sohbet etti Başid’de.

Aşiretlerin arasını buldu.

Üç sene önce, 1902’de yine Ertoşi Aşireti’nin Giravi kolunun reisi Şeker Ağa ile Miran Aşireti reisi Mustafa Paşa’nın arasını bulması için kendisine müracaat edilmiş, o da devletin güç yetiremediği bu işe teşebbüs etmişti.

Bu teşebbüs neticesinde iki aşiret reisi barışsa da Mustafa ‘Baş-Ağa’ zulmünden geri durmamıştı.

Zalim Mustafa Paşa’yı tekrar ikaz etmiş, Paşa, ısrar etmemesi için Molla Said’e at ve para teklif etmişti.

Molla Said, Mustafa Paşa’ya zulmünden vazgeçmez ve sözünde durmazsa yakın vakitte gitmeyi planladığı Cizre’ye gidemeyeceğini de söylemişti.

Dediği gibi de çıktı.

Mustafa Paşa Cizre yolunda öldü.

Başid, Bediüzzaman’ın ilk kürsüsü, hürriyeti yaşadığı ilk meskeniydi.

Kopacak fitnelere Kur’ani reçeteleri bile olabildiğine hür olduğu semaya yakın tertemiz yaylalarda, dağlarda yazdı.

Başid...

Zamanın harikasına sığınak ve mesken olan Başid.

Barla’nın kardeşi Başid.

Temmuzda bile tepesinde buz olan Başid.

Gül Fabrikası’nın tahayyül ve tasavvur edildiği Başid.

Başid’in başındaki sulh ve selamet devletin başında yoktu o zamanlar.

İstibdadın bulaşıcı bir illet gibi dalga dalga yayıldığı vakitlerdi ama Osmanlı’nın görecekleri yanında yaşadıkları neredeyse bir hiçti.

Molla Said o günler için hazırlanıyordu.

Onun için talihli bir dağdı Başid.

Cudi değildi belki ama Nuh (as)’a mesken olan, zamanın sakinlerini sahil-i selamete ulaştıracak bir ‘Rabbani Sefine’nin kaptanına bazı vakitler mihmandar oluyordu işte.

Yeterdi bu şeref ona.

109 sene önceydi...

Koca Osmanlı sekerâta girmek üzereydi...

Eski Türkiye henüz doğmamıştı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Muhsin Meriç Arşivi