Ahmed Gürkan

Ahmed Gürkan

Sakın Terk-i Edebden ve Suud Kralının Ölümü

Sakın Terk-i Edebden ve Suud Kralının Ölümü

Bizim medeniyetimiz bir “edeb medeniyeti”dir. Edeb; ahlâk, erdem, fazilet, hürmet, nezaket, zarafet ve birçok mefhumu içinde barındırır. Edeb evvela Hâlik olan Allah’adır; akabinde ise yaradılmışlaradır.

Resûl-i Zîşan (aleyhisselâm) Efendimiz eşref’il mahlûk olunca, yaradılmışlara gösterilen edebin en büyüğünü hak eder. Tasavvufta “fenafirresûl” vardır; yani Şanlı Peygamberimizde fâni olmak.. İşte aleyhisselatu vesselâm Efendimizde fâni olan muhterem ecdadımız edebin şahane numunelerini bizlere yadigâr bırakmışlardır.

17. asrın sonlarına doğru payitahtın devletlûlerinden müteşekkil hac kafilesi Medine’ye yakın bir muhitte konaklar. Kafilede, Osmanlı’nın usta ediblerinden Urfalı Şair Nâbî de bulunmaktadır. Kutlu Nebi’yi ziyaret aşkiyle yanıp tutuşan Nâbî merhumun o gece gözüne uyku girmez. Divane gibi dolaşırken kafileden bir zatın ayaklarını kıbleye uzatarak yatmış olduğunu görür ve adeta kendinden geçer. O esnada gayr-ı ihtiyarî kalbinden süzülen edebî şiiriyle o edebsizi edebe davet eder;

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-ı Hûda’dır bu,

Nazargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafa’dır bu.

Murâd-ı edeb şartiyle gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyândır, busegâh-ı enbiya’dır bu. *

Bu mısraları işiten devletlû hemen ayaklarını toplar ve Nâbî’ye bunu ne zaman yazdığını sorar. Nâbî daha evvel yazmadığını irticalen söylediğini ifade eder. Yüksek rütbeli o kimse Nâbî’ye yanaşıp, “bu mevzu ikimizin arasında kalacak, aksi halde senin açından iyi olmaz” diyerek üstü kapalı tehdit eder. Ama Hakk Teâlâ bu mevzunun böyle kalmasına müsaade etmeyecektir. Kafile sabahın seher vaktinde Medine’ye girer; minarelerde müezzinler ezandan evvel Nâbî’nin dilinden dökülen o na’ti okumaktadırlar. Nâbî ve yüksek rütbeli şahıs hayretler içinde donmuş kalmışlardır. Hemen müezzinleri bulurlar ve işin esrarını sorarlar. Müezzinlerin hepsi aynı cevabı verir; gece rüyalarına Fahr-i Kâinat (aleyhisselâm) Efendimiz teşrif etmiş ve “ümmetimden Bana olan muhabbeti herşeyin üstünde olan Nâbî isimli bir zât geliyor, onun şehre girişini Benim için söylediği bu mısraları okuyarak kutlayın” diye emreylemiştir. Bunu duyan Nâbî kendinden geçer ve bayılır.

Nâbî Urfalıdır, velî bir zattır aynı zamanda Osmanlı’nın birçok seferine de iştirak etmiştir. Düşünüyorum da bugünün Urfalı gençleri Nâbî’yi bilse, sevse, onu bir numune-i timsal edinse ne de güzel olur. “Güneydoğu Anadolu”muzdan çıkan bu mübarekler yöre halkına sevdirilse, o “hakikî” tasavvufî tedrisat verilebilse hiç çözüm sürecine ihtiyaç kalır mı?

II. Mahmud Hân zamanında Mescid-i Nebevî’nin tamirat işi yapılır. Bu tamirat işinde dahi “edeb”e bugünün insanının havsalasının alamayacağı incelikte riayet edilmiştir. Aleyhisselatu Vesselam Efendimizin mübarek huzurlarında dünya kelamı konuşulmaması için çalışan ustalar kendi aralarında tuğla isterken “Allah”, su ibriği isterken “Bismillah”, çekiç isterken “Lâ ilâhe illallah” gibi kodlamalar yapmışlardır. Mescid-i Nebevî’nin tamiratında sergilenen bu gibi incelikler birer edeb şaheserleridir ve bu harikulâde edebi cemiyetin en sıradan kimseleri olan işçiler sergilemiştir. Ecdadımızın sadece Harameyn’de gösterdiği edeb numunelerini yazmaya kalksak bir büyük boy kitap hacmine ulaşır diye düşünmekteyiz. Cenab-ı Allah ecdadımızdan razı olsun.

Suud Kralının Ölümü

Araplar kavm-i necibdir. Has Arab’ın başımızın üstünde yeri vardır. Lâkin bedevilikle Araplık birbirine karıştırılmamalıdır. Suud hanedanlığı bedeviliğin bütün hususiyetlerini üzerinde taşımaktadır.

Suudlar İslâm âleminde tarihi fitne hareketlerinin merkezi konumundaki İngiltere’nin bölgeye ektiği bölünme tohumunun en verimli semeresidir.

İngiltere “Hilâfet”i kendisi için en büyük tehlike görüyordu; hatta Osmanlı Hilâfeti, İngiliz için Almanlardan dahi daha tehlikeliydi. İngiliz Müstemlekeler Nezareti hem Hind Müslümanları’nın, hem de Arapların “Hilâfet" üzerinden İstanbul’a yani Türk Hakanına bağlılığını koparmaya çalışıyordu. Hind Müslümanları İngiliz sömürgesi olmalarına rağmen padişaha bağlı kalmaya devam ettiler, hatta esas başlangıç gâyesi “Hilâfet ve Hâlife’nin kurtarılması” olarak açıklanan İstiklâl Harbi’ne büyük maddî-manevî destek verdiler.

Arap coğrafyasında ise halkın çoğunluğu İngiliz oyununa gelmedi. Araplar Türkleri arkadan vurdu demek ve bunun üzerinden kin gütmek isabetli bir davranış değildir. İngiliz casusları ancak Suudîler gibi bazı bedevî kabileleri satın alabildiler. Bunlar Cihan Harbi’nden sonra İngilizler tarafından çizilen topraklarımızda İngilizlerin askerliğini yaptılar. Suudiler hâlen İngiltere-ABD ikilisinin bölgedeki karakolu gibi hareket etmektedir.

Bugün İslâm âleminde üç merkez vardır: Birincisi ana caddeyi temsil eden Türkiye, ikincisi Şia maskesi altına gizlenmiş Farisî İran, üçüncüsü ise bir bid’at hareketi olarak İngiliz destekli ortaya çıkan Vahhabî Suudî Krallığı. Batı âleminin siyaseti İslâm âleminde ana caddeyi temsil eden Türkiye’nin karşısına Şii İran ve Vahhabî Suudîleri çıkararak Türkiye’nin önünü tıkamak üzere kuruludur. Ölen Suud Kralı da bu amaca hizmet etmiştir.

Kral Abdullah, Mısır’daki firavunun devrilmesinden sonra yönetime gelen Muhammed Mursi’ye yönelik darbeye büyük destek vermiştir. Hatta Mısır’ın darbecilerine 12 milyar dolar yardımda bulunmuştur. Muhammed Mursî ana caddeyi temsil eden Türkiye paralelinde bir siyaset takip ettiği için darbenin hedefi olmuştur.

Ölen Kral Filistin dâvasında pasif kalmış ve Batı eksenli bir tavır takınmıştır. Filistinlilerin buna tepkisi büyük olmuş, nitekim vefatından sonra Mescid-i Aksa’daki Cuma hutbesinde kralı öven imamı halk dövmüştür.

Özellikle bu Kralın zamanında İslâm âleminin iki göz bebeği olan Mekke ve Medine’nin tarihi dokusu mahvedilmiştir.

Yazımızın başında ifade ettiğimiz Osmanlı hassasiyetinin yerini Suud bedeviliği almış, bölgenin Vahhabilerin eline geçmesiyle bütün Sahabe ve mübareklerin kabirleri Suudlar tarafından yıkılmıştır.

Bölgede Osmanlı döneminden kalma ne varsa yerle bir edilmiş, Osmanlı’nın gözü gibi baktığı İslâm’ın ilk döneminden kalma eserlerde bundan nasibini almıştır.

Bugün Kâbe-i Muazzama etrafını çevreleyen yüksekliği altı yüz metreyi bulan gökdelenlerin arasında sıkışmış kalmıştır. Bu edepsizlik ötesi vahim bir durumdur.

Mekke-Medine İslâm’ın hayat telakkisinde olmayan lüks oteller, dev alışveriş merkezleri ile adeta bir Batı metropolüne dönüştürülmek istenmektedir. Yapılan bütün bu şehir planlarında ölen kralın imzası vardır.

Türkiye, Pakistan gibi ülkeler de diplomatik münasebetler zarar görür endişesiyle bu manevî yıkıma yeterli tepkiyi verememektedir.

İslâm âleminin Kudüs’u katil İsrailoğulları’ndan kurtarma dâvası olduğu gibi Mekke-Medine (Haremeyn) dâvâsı da olmalıdır. Çünkü Harameyn Suud bedevilerinin insafına bırakılamayacak kadar kıymetlidir!

Haremeyn Suudî Krallığından alınarak sünnet ve cemaat ehli hususî bir heyet tarafından idare edilmeli ve bu heyette her İslâm memleketinden temsilciler bulunmalıdır. Yine Hac hizmetlerini de aynı heyet tanzim etmelidir. 

*Lügatçe:

Metâf: Tavaf edilecek yer

Kudsiyân: Melekler

Kûy: Sevgilinin bulunduğu yer

Nazargâh: Nazar edileni bakılan yer.

(Ferit Devellioğlu Osmanlı Türkçesi Lûgati)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
10 Yorum
Ahmed Gürkan Arşivi