Dr. Erbakan Özal

Dr. Erbakan Özal

Şah Fırat Operasyonu ve Tarihi Hatırlatmaları…

Şah Fırat Operasyonu ve Tarihi Hatırlatmaları…

Süleyman Şah, “ana gövde ve asıl kök unsur” devletimizin kurucusu ve ilk padişahı Osman Bey’in birkaç göbek önceye giden dedesidir (ihtilaflı bir konu). Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna temel teşkil eden yapının asıl mimarı olması nedeniyle büyük dede Süleyman Şah, baba Ertuğrul Gazi’den biraz daha öncelik taşır.

Benzer bir biçimde; Ertuğrul Gazi merhumun “kurucu önder” lakabıyla anılacak derecede büyük hizmetler yaptığı, bu yönüyle oğul merhum Osman Gazi’den de önde anılması gerektiği söylense elbette böylesi bir fikre de elbette itibar edilmesi gerektiğini düşünürüm. Zira Ertuğrul Gazi, Osmanlı Devleti’nin tüm koşullarını hazırlayarak oğullarına somut bir biçimde miras bırakmıştı.

Aynı değerlendirmeyi Osman Gazi ile daha sonraki “padişahlar nesli” arasındaki mukayese için de yapmakta hiçbir beis görmem. Hatta Fetret Devri sonrası Osmanlı Devleti’ni ikinci defa yeniden kurup inşa eden Çelebi Mehmet ile Osman Gazi arasındaki mukayesede bile Osman Gazi’nin belli ölçüde bir önceliğe sahip olduğunu ifade etmenin hiçbir şekilde abartı kabul edilemeyeceğini de söyleyebilirim.

Bu bağlamda merhum Sultan Çelebi Mehmet’in de bu uzun devlet yolculuğundaki en önemli köşe taşlarından birisi olduğunu özellikle zikretmek isterim. Malum; 1402 yılında yapılan Ankara Savaşı’nda Emir Timur (Timurlenk) komutasındaki ordu, Osmanlı Devleti’ni büyük bir bozguna uğratmış olduğundan dolayıdır ki Osmanlı’da dirlik düzen tamamen bozulmuştu.

Emir Timurlenk’in Ankara Savaşı’nı kazanması ve bu esnada Padişah Bayezid ile iki şehzadesini esir ettikten sonraki süreçte, Anadolu’daki beyliklerin topraklarını geri vererek yeniden beylikler döneminin başlamasından sonra Anadolu coğrafyası tamamen karışıklıklar arenasına dönüşmüştü. Fetret Devri olarak da anılan bu dönemde (1402-1413), Çelebi Mehmet, tıpkı diğer Anadolu beylikleri gibi, Amasya yöresini Emir Timur’a bağlı olarak yönetmeye başlamıştı. Bu karışıklıklar ortamında sadece kardeş Süleyman Çelebi, başkent Edirne’de bağımsız devlet olarak yönetime liderlik yapabiliyordu.

İşte Osmanlı coğrafyasında hükümdarsız geçen ve karışıklıkların hüküm sürdüğü Fetret Devri döneminde çok büyük stratejiler geliştiren Mehmet Çelebi; nihayet 1413 yılında, kardeşleri ile diğer Anadolu beyliklerini belirgin bir biçimde yenilgiye uğratmış olarak Edirne’de tahta geçti. Padişah olduktan sonra, Mehmet Çelebi’nin çok büyük başarılara imza attığı tarihi vesikalarla sabittir. Fakat ne yazık ki, bundan sonraki dönemde de şehzadeler arasındaki keskin ve istismara açık mücadeleler devam etmiştir.

Ankara Savaşı bozgunu sonrası için dikkat çekilmesi gereken birinci husus; 1403 yılında Padişah Yıldırım Bayezid’in, 1405 yılında ise Türk Emiri Timurlenk’in ölümleri üzerine Anadolu’da herkesin kendini Anadolu’nun varisi görmeye başlamasıyla ortalığın tamamen toza dumana bürünmüş olması iken… İkinci husus ise; bu dönemden sonra Osmanlı Devleti’nde şehzade kavgalarının yeni bir gelenek haline gelmesinden esinlenilerek, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481), “tahtı ele geçiren şehzadenin, devletin bekası için diğer kardeşlerini öldürtebileceğine” dair fetva üretilmiş olmasıdır.

Bundan sonra, Osmanlı Devleti’nin kesintiye uğradığı ya da Süleyman Şah’ın 1200’lü yıllarda Anadolu’ya doğru gerçekleştirmiş olduğu kutlu yürüyüşün bozguna uğradığı başka bir tarih 30 Ekim 1918 günüdür (Birinci Dünya Savaşı sonu). Bu tarihten sonra, yeniden toparlanıp devlet olarak “Anka Kuşu” misali küllerimiz arasından ortaya çıkmamıza önderlik eden kişi Başkomutan Mustafa Kemal olmuştur. Ağır sanayinin boy göstermeye başladığı, ağır silahlarla devletlerarası dengelerin kısa zaman dilimi içerisinde tamamen değiştirilebildiği farklı bir çağda Mustafa Kemal, “karizmatik liderliği, askerlik deneyimi, bilgi, birikim ve yetenekleriyle” Osmanlı Devleti’nin külleri arasından Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkarılmasına öncülük ve önderlik ederek, Türk tarihi içerisinde tıpkı diğerlerine benzer bir biçimde önemli bir yere oturmuştur.

Mustafa Kemal’in bu başarılı çıkışını gerçekleştirmesi için tüm koşulları hazırlayan ve ona tüm imkânları sağlayan Padişah Mehmet Vahdeddîn’in bu son hamlesi de kendisini gelecekte daha itibarlı bir tarihi konuma taşıyacaktır elbette... İttihatçılar tarafından bitiş noktasına getirilmiş olan bir devleti, son bir hamleyle, farklı bir şekilde tarih sahnesinde tutmayı başarmış olan bu önemli şahsiyete çok büyük haksızlıklar yapılmıştır. O nedenle, bu noktada AK Parti Hükümeti ve dolayısıyla Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın daha fazla gecikmeyeceklerine inanıyorum.

Bu arada, her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti kurularak yoluna devam etmeye başlamışsa da, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Pax Americana ya da Amerika önderliğindeki küresel düzende (Sovyetler dengesiyle birlikte), Nisan 1946’dan itibaren Türkiye’nin tam bağımsızlığı üzerinde ciddi şüpheler oluşmaya başlamış ve Türkiye ile İslam dünyası arasındaki bağlar tamamen Batılı ülkelerin insafına terk edilmiş gibi bir görüntü hâkim olmuştur. Tam da bu noktada, “Tayyip Erdoğan” karizması meselesi gündeme gelmektedir.

Açıkçası Recep Tayyip Erdoğan’ın doğrudan ya da dolaylı olarak iktidara gelmiş olduğu Aralık 2002’den itibaren Türkiye’nin havasında ve Türkiye’yle ilgili ülke dışındaki algılamalarda baş döndürücü ölçüde olumlu yönde değişiklikler yaşanmaya başlamıştı. Aradan geçen 12 yıllık zaman dilimi içerisinde, söz konusu hava ve algının haklılığını gösteren yüzlerce önemli değişim, dönüşüm ve değişimsel dönüşümlere tanıklık edildi. Fakat henüz istenilen zirve noktaya çıkış bir türlü gerçekleştirilemedi. Şayet yoğunlaşarak kabaran beklentiler gerçekleştirilecek olunursa, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da Türk-İslam tarihinde yer alan zirve isimler arasına girmesi mukadder olacaktır. 

Pek tabii olarak, merhum Özal ile merhum Erbakan’ın bu zirveye tırmanışta hazırlamış oldukları ortam ve fırsatlar dikkate alınacak olunursa, bu iki mümtaz şahsiyetin de aynı şanlılar karesi içerisinde yer almalarının kaçınılmaz olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Bu arada, İkinci Dünya Savaşı koşullarında göstermiş olduğu beceriler neticesinde ülkenin savaşa sürüklenmesi ve hatta yeniden dağılma sürecine itilmesinin önüne geçmiş olması nedeniyle dönemin Cumhurbaşkanı merhum İsmet İnönü’nün de aynı kare içerisinde zikredilmesi çok doğru bir tercih olacaktır.

Sonuç olarak; Halep’te bulunmaktayken, iki gün önce, yeri değiştirilmek üzere bir gece operasyonuyla Türkiye’ye getirilen Süleyman Şah’ın naaşıyla ilgili Türkiye’de devam eden yoğun tartışmalar tamamen gereksiz… Merhum Süleyman Şah’tan günümüze bu coğrafyada yaşanmış olan altüst oluşlarımız bize ibret vesikası olarak yetip dururken, ülkeyi bir türbe nedeniyle karıştırmaya çalışanlara karşı lütfen uyanık olalım…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Dr. Erbakan Özal Arşivi