Lütfü Şehsuvaroğlu

Lütfü Şehsuvaroğlu

Korku ve İçgüdü Asrı

Korku ve İçgüdü Asrı

Şu üç küresel mesele daha birkaç yıl dünyanın gündemini işgal edeceğe benziyor:

Gıda Güvencesi, İklim Değişikliği, Biyoenerji…

Açlık, hâlâ insanlığın çözemediği yüzkarası bir sonuç olarak gündemde… 

Hele hele, iklim değişikliği, küresel ısınma gibi sebeplerle ortaya çıkacak gıda krizinde açlık çok daha insanlığı tehdit eden problem olacak. Üstüne üstlük enerji açığını biyoenerjiden karşılamaya kalkan insanlık, gıda açıklarında da yeni krizlere kapı aralayacak.

Asıl meselenin açlığın sebebinin yeterince üretim yapamamak olmadığını, asıl problemin yoksulluk girdabındaki ülke ve toplumların gıdaya “erişememe” sorununda yattığını bilmeliyiz.

Dünyada yeterince mısır, buğday, pirinç üretiliyor, milyonlarca ton et ve süt tüketiliyordu. Sorun gerçekten de küresel anlamda bir erişememe sorunuydu. Bir tarafta ABD gibi ürettiği gıdanın % 30’unu çöpe atan ve sağlıkta başat derdinin obezite olduğunu açıklayan ülkeler; tok, müsrif, sömürücü, hırsına gem vuramayan azgınlar; diğer tarafta açlıkla, savaşla, yoksullukla, kötü yönetimle perişan yüz milyonlar…

Yirmi otuz yıl önce güya FAO raporunda 800 milyondan fazla insanın açlık sınırında olduğu ve bunun yirmi yıl içinde şöyle şöyle azaltılacağı yazılıp çizildi, ama ne oldu? Açlık sınırındaki insan sayısı azalacağına arttı.

Bir yanda açlık,         öbür yanda oburluk

20. asrın sonu geldi. Katil zıbara zıbara öldü. 90 milyona yakın insanın savaşlar nedeniyle öldüğü bir yüzyıldı bu. İki büyük dünya savaşına tanıklık eden bu yüzyıl acaba tanıklık dışında suça iştirak etti mi? Bütün cinayetleri gören bu gözde hiç sorumluluk olmadığını söyleyebilir miyiz? Tarihin başka hiçbir döneminde bu kadar kan dökülmedi. “Ortaçağ karanlığı” lafını diline pelesenk yapan bu yüzyılın yanında ortaçağ sütle yıkanmış gibi kaldı.

Her yıl açlıktan ölenlerin sayısı savaşlardan fazla... yıldan yıla da azalma yok bilakis artış var… 950 milyon insan beslenme sınırlarının altında yaşıyor. Özellikle çocuklar daha nasıl bir dünyada yaşadıklarını dahi idrak edemeden ölüyorlar. Bir yanda açlık öbür yanda oburluk bir dizi kelime cambazlığı ile “zırva tevil götürmez” düsturuna rağmen tevil ne kelime her şeyi götürüyor.

Birinci Dünya Savaşında 8.5 milyon genç asker olarak öldüler. 13 milyon sivil (özellikle kadın ve çocuk) de hayatını kaybetti. İkinci Dünya Savaşında 17 milyon genç, 20 milyondan fazla sivil öldü. Diğer savaşlar ise yüzyıl boyunca hiç eksik olmadı. 1928-35 Meksika, 1936-39 Paraguay-Bolivya, daha sonra İspanya İç Savaşı, İtalya’nın Habeşistan işgali, 1947 Hindistan-Pakistan, 1950-53 Kore, 1967 Nijerya, 1961-74 Vietnam, 1980-87 İran-Irak. Daha sonra Körfez Savaşları, Bosna Katliamı, Ya Kosova, Ya Çeçenistan... Yüzyılın başında Anadolu işgali; Balkan Harbi, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşımız ile 1960-1974 arası Kıbrıs ve 1984-99 Güneydoğu bu yüzyılda Türk kanının miktarını hiç de diğerlerinden aşağıda bırakmadı. Sadece Çin-Japon savaşında 20 milyon kişi öldü. Sadece Hitler’in sorumlu olduğu cinayet sayısı 17 milyon. Stalin ise en büyük katili 20. yy’ın: cinayetlerinin sayısı 25 milyon. Komünizm 60 milyon kana bedel oldu yalnızca.

Komünizm 60 milyonu katlederken kapitalizm boş mu durdu? O sadece Hiroşima’da ve Nagazaki’de tek bir bomba ile milyonlara kıydı ve iki şehri bir anda yok etme başarısı gösterdi. Dünyadaki haksız tıkınmanın ve bir yanda oburluğun öte yanda açlığın müsebbibi kim? Çevreyi katleden, tabiatın dengesini bozan, bütün sulak alanları üretime açan, yağmur ormanlarını yok eden ve tüm dünyanın ekolojik dengesini bozan kim? Bu “baştan çıkarıcı bolluk”la komünizmin yenilgisi üstüne şampanya patlatanlar masum pozlarla ya da zafer nidâlarıyla karşımızda durabilir mi?

20. yy. geçen bütün yüzyılların pisliğinden daha fazla pislik üretti, geçen bütün yüzyıllardan daha fazla kan döktü, geçen bütün yüzyıllardan daha fazla korku saldı, gözyaşı döktürdü, insanı insanlığından çıkardı.

Peki hiç mi iyi şey olmadı? Telgraf bu yüzyılın başında bulunmadı mı ve ondan başlayarak haberleşme teknolojisi alabildiğine gelişerek her yeri her yere yakınlaştırmadı mı? “Evrensel haberleşme dünya çapında bir yakınlık duygusu yaratarak politik bilincin yoğunlaşmasına neden olmuş ve özellikle de var olan eşitsizliklerin göz önüne çıkmasına yol açmıştır” var olan eşitsizlikler ortaya çıkınca ne oldu? Bunların ortadan kaldırılabileceğine dair bir emere mi var? İdeolojiler devrinde belki de bu ortaya çıkan eşitsizlikler için hoş mücadeleler verildi ama sonuç... Sadece bir hiç... Yine kan, ter, gözyaşı ve kusmuk...

Başka... Haberleşme, bilgisayar, televizyon, internet, sonuç; fantezi dünyası ve popüler kültürün zenginleşmesi...

Ya uzay çalışmaları... Onlar fanteziden kurtulabildiler mi, can kurtarıcı bir sonuç var mı? Ya uydular. Gözümüz serseri uydularla doldu...

Arthur C. Clarke, bu yüzyılın ortalarında yazdığı 2001 kitabında İnsanoğlu’nun makinalar üzerindeki egemenliğini tamamlayacağını ve gezegenler arası yolculuğun bütün sorunlarını çözeceğini yazıyordu. Ne oldu? “2001 yılının getireceklerine her şeyi ile hazır olan insan” nerede? Yoksa bizim mi bu insandan haberimiz yok sadece?..

Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?

Güneşe göç var da kalan biz miyiz?.

Kandan imal edilmiş 20 yüzyıl kan bedeli olarak ne verdi? Mutluluk mu? Huzur mu?

“Fitne kitalden kötüdür” ayeti mucibince insanlar ölsün peki ama fitne azaldı mı? Hayır. Fitne bilakis daha da arttı.

Yirminci asır bir anlamda 19. yüzyılın yarım bıraktığı bütün problemleri devralmış bir yüzyıl olarak tarihe geçecek olmakla birlikte hem bölünmenin, hem bütünleşmenin yüzyılı olarak anılacaktır.

İmparatorlukların parçalanmaya başladığı 19. yüzyıl, Batı’nın sömürgeleştirme projesinin ve böylece bütün dünyanın kana boyandığı bir yüzyıl olmuştur.

Bir yandan hayata geçirildiği Fransız ihtilali ile yeniden şekillenmeye başlayan devlet kavramı, diğer yandan dünyayı sarsacak olan ideolojilerin doğum sancıları.

20. yüzyıl 19. yüzyılın sancılı değişimlerinin sonuçlarının alındığı bir tamamlayıcı süreçtir. Bu sürecin tamamlanıp tamamlanmadığı ise ayrı bir bahistir.

Ulus devletlerin iyiden iyiye tebellür etmesi ve neredeyse tarihin milletler mücadelesi izlenimi verdirecek bir anokronizme kapı açması; öte yandan bloklaşmaların ideolojik ve coğrafi temele dayanan türlü biçimlerle geliştirilmeye çalışılması 20. yüzyılın zaten bir önceki yüzyılın çözülmemiş meseleleri, yarım bırakılmış problemleri yüzünden dünyanın başını iyice döndürmüştür.

Bu yüzyılda, iki dünya savaşı yaşayan dünya bu yüzyılı iki farklı dönem, iki ayrı yüzyıl olarak ele almamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Birincisi 1. ve 2. dünya savaşı ve bu ikisi arasındaki dönemdir. İkincisi ise 1945’den sonra başlayan ve Berlin Duvarı’nın yıkıldığı güne kadar olan dönemdir. Gerçekte 1. dönemi 19. yüzyıl olarak ele almak da mümkündür. Dolayısıyla 20. yüzyılı “idrak gecikmesi” yüzyılı olarak ve bariz geç intikal yüzünden ancak yüzyılın ortalarına doğru zamanına kimliğini taşıdığını ifade edebiliriz

O yirminci asır yok mu o mahluki asil

Ne kadar gözdesi varsa hakkıyle sefil

Kustu mehmetçiğin aylarca durup karşısına

20. asrı bir medeniyet asrı olarak telakki etmek mümkün müdür? Cumhuriyeti kuran Osmanlı aydınları, medeniyet karşısında mütereddit duruşlarını hep muhafaza ettiler. Batı medeniyetinin bariz üstünlüğüne rağmen medeniyeti asla Batı medeniyeti olarak kabule yanaşmıyorlardı. Mustafa Kemal de, Ziya Gökalp de öyleydi. Bu Osmanlı aydını ve bürokrasinin nadide temsilcileri netice itibariyle Batı medeniyetini tek yol olarak kaçınılmaz çizgi olarak müteala etseler bile açık açık Batı lafzını kullanmamışlardır. Şimdilerde kimi Atatürkçü asker sivil bürokratın aydın tavrıyla tek yolun Batı medeniyeti yakıştırması ve kendi kendilerine gelin-güvey olmaları çöküş ve kurtuluş dönemlerini yaşayanların kemiklerini sızlatacak düzeysizlikte bulunmaktadır.

Medeniyeti daha çok “beynelmilel” olarak niteleyen ve medeniyet kavramına herhangi bir milli kültürün damgasını vurdurmak istemeyen Osmanlı son dönemi aydınları ve Cumhuriyet kurucuları belki bir kafa karışıklığı yaşıyorlardı lakin onların bu paradoksları milli bir konsepte de dayanıyordu. Yorgun ve mağlup düşmüş bir toplumun köklü ve soylu bir tarihi mirasa sahip çıkması zordu. Bir yandan tarih bu mirasa sahip çıkılmasını zaruri kılıyorsa da diğer yandan Batı’nın acımasız “Şark meselesi”, Türklüğü ve İslamlığı Balkanlar’dan atma çabaları Anadolu’da da barındırmama boyutuna ulaşınca bir milli müdafaa konsepti ve ulus-devlet yapısına adaptasyon kabiliyeti olarak Osmanlı son dönem aydınları ve Cumhuriyet kurucuları kültürü milli, medeniyeti beynelmilel addetme ve böylece bir çıkar yol bulma başarısı elde ettiler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Lütfü Şehsuvaroğlu Arşivi