Lütfü Şehsuvaroğlu

Lütfü Şehsuvaroğlu

Yeni Bir Stratejik Sosyoloji Kurabilir Miyiz?

Yeni Bir Stratejik Sosyoloji Kurabilir Miyiz?

Korku ve İçgüdü Asrı: 3

İki gündür küresel meseleler ve bunlara karşı kendi kültür ve medeniyet geleneğimizden verdiğimiz cevapları ele alıyoruz. Gökalp ve stratejik sosyolojisinin korku ve içgüdü asrında çözümlemelerini nasıl tartışabileceğimizi hala tartışıyoruz. Yirmi birinci yüzyıldayız ve neler ummuştuk bu asır ile ilgili olarak? Yirminci yüzyılı bile anlayamadan çözümleyemeden yeni bir yüzyılda ümitvar olmak öyle kolay mı? Ayrıca hakkımız mı?

Yüzyıllık stratejik sosyolojimiz yeni bir asırda yenileşebilme potansiyeline sahip mi?

İÇGÜDÜ

 “İçgüdü” filminde Afrika ormanlarında gorillerin hayatını inceleyen ve onların fotoğraflarını çekerken yakınlaşarak adeta ailelerine katılan doktor, bir gün avcıların saldırısında ailesini korumaya çalışır ve avcılara saldırır ve bu yüzden “vahşi”dir artık medeniyet için. Artık hiç konuşmaz ve hapishanede zincirlere bağlı olarak yaşamaktadır. Genç psikiyatrist onu konuşturmayı iş edinir ve zorlukla bunu başarır. Bu arada hayli zengin dramatik unsur filme katılır, çeşitli olaylar vuku bulur. Sonunda konuşan vahşi belki de haklılığını mahkemeye kabul ettirip kızı ve karısına dönebilecektir fakat gardiyanın avcılar gibi ailesine-ki bu sefer ailesi goriller değil, diğer mahkûm ya da tutuklulardır- saldırması sonucu tekrar bir kavga ortamına dönülür. Ama mahkûmlar artık bu aileyi savunan adamı tanırlar, anlarlar. Ve bir gün medeniyetten hapishaneden kaçış yaşanır. Hürriyete kaçış.

İçgüdü filmi medeniyet ve şehrin yuttuğu insanın özgürlüğünü tartışıyor. O insanı insanlığından çıkaran ve özgürlüğünü elinden alan bu süreç sonunda insanı kavgaya sürüklüyor. Ailesini, doğayı savunan bir adam bunlara karşı saldırıda içgüdüsel olarak savunmaya geçiyor. Kavgasında haklıdır fakat şehir ve medeniyet onu “vahşi” buluyor.

Karşılıklı korkularla geçen 20. yüzyıl boyunca içgüdü hangi değeri korumaya yönelikti? Sayınız değer sistem, düzen birbiri ardına ne korkular ve içgüdülerle varlıklarını idame ettirdiler.

Alexis de Tocqueville “sanki yeniymiş gibi dünyayı hep büyüleyerek ve şaşırtarak ve insanoğlunun doğurganlığına değil de insanların unutkanlığına tanıklık ederek, bu kadar çok ahlâk ve politika sisteminin birbiri ardına bulunması, unutulması, yeniden keşfedilmesi, kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıkmak üzere tekrar unutulması inanılır gibi değil” diyordu. “İniyor kayık çıkıyor kayık”... Bir görünüyor bir kayboluyor ve her defasında yeni ve başka imiş gibi sürekli kendini tekrarlıyor.

Sayısız korku ve ütopyalar içinde içgüdü kaynağı aynı olan insan hep farklı tepkiler ve farklı zamanlarda farklı isimler taşımasına rağmen aynı insan... Alevlenen ve çöken komünizm.. Ne büyük hülyâların estine konmuş kocabaşlar... Büyük idealler, cennet vaadeden ütopyalar. En hayâli serbestlikten, en totaliter hareketlere, tedbirlere varan arayışlar, uygulamalar. Birbirine rakip olan ama sonunda birbirine benzeyen örgütlü delilikler...

Artık kapsamlı doktrinler de kalmadı. Hiç olmazsa onlar kapsamlı, oluşlarıyla kendine mahsus “etik” geliştirdiklerini sanarak onunla mutmain olurlardı. Kapsamlı doktrinlerin yerini belirsiz duygular, kararsızlıklar, değer tanımazlıklar aldı. Bunu gerçekten demokrasinin zaferi addedebilir miyiz?

“Kişisel bir demokratik içgüdü, demokratik politik kültürle aynı şey değildir. Bu içgüdü, aynı zamanda kavgacı politikalarında başlangıç noktası olabilir”. (Zbigniew Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, İş Bankası Y. 1993)

İSLAM TEHDİT Mİ, DİRİLİŞ Mİ?

Vahşi doktorun içgüdüsü kavgacı politikaların başlangıç noktası oldu içgüdü filminde... Peki avcıların, gardiyanların içgüdüsü neydi? Demokratik kültürle ABD’nin ya da global statükonun zorunlu “demokratikleştirme programı ya da dalgası nasıl uyum sağlayabilir? Demokratikleştirme programı gizli bir teokratik hevesin yansıması değil mi? Liberalizmin tek yanlı zaferi ile sarhoş olanlar, baştan çıkarıcı bolluk karşısında şaşırmamalıdırlar.

Dünya’yı otomatik pilota bağlanmış ve hızı gittikçe artan ama hangi yöne gideceği belli olmayan bir uçağa benzeten Brzezinski bir yandan zorunlu demokratikleştirme dalgasının öncülüğünü yaparken diğer yandan baştan çıkarıcı bolluktan ve ABD’den şikâyetçidir. O’na göre; “Amerikan egemenliğinin uzun süre devam etmesi mümkün değildir”. “Tanrı öldü sloganı, ateizmin resmî ideolojisi olarak dayatıldığı marksist devletlerde değil, ahlâkî duygusuzluğun kültürel açıdan beslendiği batılı-liberal demokratik toplumlarda gelişmiştir.

Brzezinski Batı’nın ahlaksızlığından şikâyet etmede, baştan çıkarıcı bolluğa kızmakta ama yanlış kurgulanmış ve korkularının esiri olmuş her Batılı gibi dinin etkisini ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile eşdeş görebilmektedir. “Aşırı tutucu eğilimlerin hâkim olduğu İslâm dünyasının dışında evrensel politika sahnesine genellikle tüketim felsefesi ve insanların kendi ihtiyaçlarını en iyi şekilde tatmin etme duygusu, politik eylemlerin en baskın unsuru olarak görünmektedir.” Tabiidir ki, bu baştan çıkarıcı bolluktan şikâyet edenlerin insanı kimliğinden uzaklaştırmayan İslâm’ı da bir tehdit unsuru değil; evrensel barışın “lait-motive”i olarak görmeleri gerekirdi. Ama nedense korku ve içgüdü yanlış kurgularla barışın teminatını global tehdit haline dönüştürebiliyor.

Bizimle birlikte olmayan bize düşmandır” şeklindeki Leninci slogan bugün her coğrafyayı kaplamıştır. Bizim dışımızda herkes bize düşmandır haline dönüşen bu slogan sadece komünist kültür olarak kalmamış; Batı’nın da korku ve içgüdüsünün tarifi olmuştur. Bu yüzden AB, büyüme sancıları çekiyor; Hem büyümek, hem de (bize) düşman olanları da çekim alanına alarak düşman tarafı zayıflatmak istiyor. Ya da etkisiz ve bölünük kılmak...

Evet, bu yüzyılı insanlığın en günahkâr yüzyılıdır. En fazla kan ve ter bu yüzyılda akıtılmıştır. Teknolojilerde, bilimde alabildiğine hız kazanan dünya nereye gittiğini bilmeyen otomatik pilota bağlı uçaktır ve hırslarıyla da korku ve içgüdüleriyle de insanlık, adı ister bilgi, ister uzay, ister iletişim, ister atom çağı olsun bu çağda Arthur C. Clarke’ın uzay hayâline erişememiş ve fakat bütün kapsamlı doktrinleri altederek otomatik pilota uyumlu duygulara yine de sahip olmanın bahtiyarlığına erişmiştir.

Bizim dışımızda herkes bize düşmandır içgüdüsü ve yarattığı korkular Türk’ü de 20. yy.’da yakalamış; “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözü en kıymetli vecize haline gelmiştir. Sanki bu gerçek Türk’e tarifsiz heyecanlar, nefis huzurlar bahşediyor olmuştur.

20. yy’ın başlangıcını en iyi belirleyen global ve yerel mesele şark meselesi ve Osmanlı’nın yıkılışı idi. Ve bu 20. yy’ın aslî belirleyici unsuru olmuştur. Dolayısıyla 20. yy’ın en acı çeken milleti olarak 21. yy Türk asrı olacaktır diye tarihin önümüze çıkardığı fırsatlardan hareketle ütopyalar kurmak bizim de hakkımız olmalı değil midir?

GÖKALP’İ AŞMAK

20. yy’ın başında bu çöküş, üç tarzı siyaset olarak Türk düşüncesini belirliyor ve nedense evrensel kaygular taşıması gereken bu fikirler, salt Devlet-i Âli’yi korumak ve kollamak aşkına kilitleniyordu.

Ziya Gökalp geçen asrın bu Osmanlı aydını dramını yaşayan en boş numûnedir. Kültür ve medeniyet ayrımına dayanan kurgusu, Batı karşısında bir inisiyatif arama çabasıydı; bu kurgu yanlış olmakla birlikte tavır alış bakımından anlamlıydı. Gökalp’i izleyen Mümtaz Turhan işte bu kurgu yüzünden “Garplılaşmanın Neresindeyiz” ve “Kültür Değişmeleri”ni yazdı. Elbette Gökalp ve Atatürk’ün muasır medeniyeti, beynelmilel medeniyeti Batı Medeniyeti oluyordu tabii olarak. Onun için Garplılaşmanın neresinde olduğumuzu yazmak gerekirdi. Bu da şüphesiz kültür değişmesine yol açacaktı; Kültür Değişmeleri Garplılaşmanın Neresindeyiz sorusunu tamamlıyordu. Mümtaz Turhan’ı Erol Güngör ve bugün Yılmaz Özakpınar izliyor. Erol Hoca’nın yazdıkları tam açıklamasa da o, bahse konu kurgunun yanlışlığı üzerindeydi. Ama bugün Özakpınar aynı çizgiden gelen bir bilim adamı olarak tıpkı Marks’ın Hegel’i ters-yüz etmesi gibi Gökalp’in tezini ters-yüz ederek daha doğrusu doğrultarak kültür ve medeniyet ilişkisine bugün medeniyet ve kültür mücadelemiz için de rehber olacak bir açılım getiriyor. “Ziya Gökalp, hakikati ortaya koyacak bir teori kurmaya çalışmıyor, siyasî ve psikolojik zoruretlerin baskısını beyninde hissederek kabul edilebilir bir formül arıyordu” diyen Özakpınar benim gibi Gökalp’e yorgun ve mağlup düşmüş ama tarihte büyük medeniyet kurmuş bir toplumun biraz rahatlaması ve Batı’nın şark meselesi karşısında ayakta kalabileceği bir formül arayışı nedeniyle hak veriyor, anlıyor; ama teorinin yanlışlığını sağlam bir idrakle tesbit ediyor.

“Ziya Gökalp Gıpta edilecek bir azim ve gayret göstermiştir.”

Ama bugün artık medeniyet telakkisini yitirmiş ve böylece kültürü ile ayakta kalabileceğini zanneden yanılgı içindeki bir toplum olmaktan da kurtulmalıyız. Bu yüzden özellikle milliyetçiler kültür ve medeniyet kavramlarını artık Gökalp’in değil, Özakpınar’ın perspektifi ile değerlendirebilecek düzeye ve gönül rahatlığına erişmelidirler. Geçen yüzyıl sonunda Pax-Ottomanica barışından yani Nizam-ı Alem’den kopan insanlık, ne kadar kan dökücü olduysa; artık bunu bir medeniyet ibdâsı manasında gerçek ülkücülüğe kalbederek yeni asra muhteşem bir dönüşüm yaşatmakla alteceğimizi de herhalde idrak etmeliyiz. Yoksa 1933’de, 1946’da, 1950’de, 1960’da, 1970’de, 1980’de, 1999’da “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” demekle, 21. yy’ı daha da bizden uzaklaştırabiliriz.

100 yıl önce her millete özgü değişmez bir Millî kültür varsayımı ve tek bir medeniyet olduğu tasarımı yüzyılın acılarına tahammül eden ve hep “Godot”yu bekleyen nesiller ortaya çıkardı ama ashab-ı kehf uykusunu bile geçen bu idraksizlikten uyanmaya ihtiyaç olduğu açık. Ne yazık ki 70’li yıllarda Erol Güngör’ü inançlı gençliğe taşıyabildiğimiz halde, Yılmaz Özakpınar’dan gençliği pek haberdar edemedik. Giderek daha da çözüldük, daha da büyümemize rağmen...

“Değişme sürecinin fikir ve inanç alanına kayarak hızlandığı Meşrutiyet Devri’nin başlangıcında, medeniyet ve kültür kavramları yanlış tasarlandı. Her millete özgü değişmez bir Millî kültür olduğu düşünüldü.

Kültürde eksik olan ya da değişme zorunda olan unsurları, medeniyetin çerçevesi içinde tamamlanacak ve değiştirilecek yerde medeniyet çerçevesinin köhne olduğuna karar verildi.

Medeniyet, bir inanç ve ahlak nizamı olarak kültürü doğuran ilham ve ruhi enerji kaynağıdır. Fakat bir medeniyet, kendi kaynağından beslenen kültürle ihya olur.

Medeniyet kavramının, perakende unsurların toplamıyla belirlenen böyle bir mantıksal tarife dayanması, Türkiye’nin bugün yüz yüze olduğu bunalımın fikir planındaki kaynağıdır. Çünkü bu medeniyet anlayışının sonucu olarak Türkiye, kendini hiçbir medeniyete mensup olmayan bir konuma sokmuştur. Bu yüzden kültür bütünlüğünü ve ahengini kaybetmiştir.

Bir medeniyete bağlı kültür çeşitlenir ve zenginleşir; bir ölçüte göre geliştiği ve seçerek aldığı için de bütünlüğünü ve ahengini korur.

Gittikçe karmaşıklaşan bir teknolojiyi kullanan fakat esasta biyolojik ihtiyaçların tatminiyle sınırlı kalan bir kültürde, insan ruhunun yüksek imkânlarını gerçekleştiren değerli eserler görülmez.”

Onun için bugünün Türkiye’sinde insan ruhunun yüksek imkânlarını gerçekleştiren-gerçekleştirecek olan eserler verilmiyor.  

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Lütfü Şehsuvaroğlu Arşivi