Cemal Nar

Cemal Nar

Eski Türkiye Ve İşkence 4

Eski Türkiye Ve İşkence 4

Diyarbakır Dağkapı otobüs garındaki karakolun zeminindeki çok geniş bir mahzene, çok büyük ve çok uzun bir bodruma indik. Hiçbir eşya yok. Sadece kapıdan giriş duvarı boydan boya musluklarla dolu. Yarım metre aralık ve yükseklikte bir duvar ile musluktan akan sular tahliye oluyor. Bizi muslukların önüne getirdiler ve

- Dökülün, dediler.

Üstümüzde ne eşya varsa çıkardık. Onun anlattığı para yok. Hele bende dört tane ellilik ve biraz da bozuk para var.

Bulamayınca daha da öfkelendiler. Ama hareketleri bir garipti. Sonra yakın olunca pis pis içki kokuları geldi. Anlaşılan hepsi de alkollüydü, hatta sarhoştu.

Bana “necisin?” dediler, anlattım. Vazifem fayda verir diye düşünüyordum. Oralı bile olmadılar. Sarhoş kafayla anlamadılar herhalde. Yoksa beni sıkıyönetim uygulayan asker vazifeye çağırmıştı bir yerde.

Sonra parası çalınanı çağırdılar.

-Doğru söyle lan, paran çalındı mı? Dediler.

-Çalındı abi.

-Doğru söyle demedik mi lan sana, paran çalındı mı? Dediler.

-Abi ben şeyh çocuğuyum, yalan söylemem, dedi adam.

-Lan ne gelirse şeyhlerden gelir zaten, diyerek adama bir giriştiler. Sekizi birden vuruyordu. Adam yere düştü. Acımasızca tekmelemeye başladılar. Adam bayıldı. Hemen bir kova su getirdiler ve başından aşağı döktüler. Adam ayılır ayılmaz it gibi titremeye başladı.

Ben ve arkadaşım göz göze geldik. Herhalde içimizden geçen aynıydı. Acaba parası çalınana bunu yaparlarsa, hırsız dediklerine ne yapmazlardı? Eyvah, yandık biz!

Derken bize doğru yöneldiler ve yaşça daha büyük olduğundan önce o gence sordular:

-Çıkar parayı.

-Ben çalmadım.

-Çıkar lan!

-Abi hiçbir şeyden haberim yok benim.

-Daha konuşuyor lan, diyerek ona da giriştiler ve vura vura yere serdiler. Kimi yumrukla, kimi sandalye ayağından yapılmış yuvarlak sopayla vuruyorlardı. O da bayılmıştı. Uzandı kaldı zavallı.

Öfkeyle bana yöneldiler. Hayvan gibi soluyorlardı. Kısaca bir daha kendimi tanıttım ve geliş amacımı söyledim. Belki sıkıyönetim komutanlığı hesabına geliyorum desem fayda verir dedim ama olmadı. Bir iki bağırarak itirafa zorladılar. Olmayınca bana da giriştiler.

Yumruklar üst üste geliyordu. Birden daha önce katıldığım boks kursunda öğrendiklerim aklıma geldi. Kardımı aldım. Yani başımı ve yüzümü ellerim arasında sakladım. Rastgele yumruklar için, “eğer polis olmasalar, eğer meydanda olsa, ben de bunları şöyle bir aparkut ile devirirdim” diye düşüne düşüne yiyordum yumrukları.

Önceleri acıtan yumruklar, daha sonra sadece ısıtmaya, ateş vermeye başladı. Ama sopalar daha acıtıcı oluyordu. Ben başımı kaldırmadığım için hep yukardan inen yumruk ve sopalarla yere düştüm. Beni de bıraktılar.

Herhalde dinleniyorlardı. Zavallılar polisler demek ki vura vura yorulmuşlardı.

O zamanlar polis işte buydu. Karakol demek, canın, ırzın, şerefin, malın, insanlığın ayaklar altına alınıp çiğnendiği yer demekti. Bu gücün arkasında koca Türkiye Cumhuriyeti vardı. Vatandaşın devlet yanında, karakolda it kadar seyri yoktu. Düşeni Allah kurtarsındı o zamanlar.

Şimdi bunlar olmuyor hamdolsun. Ak Parti hükümetleri “işkenceye sıfır tolerans” demişti. Tanıdık polislere uygulamayı soruyordum, “evet, işkence bitti hocam” diyorlardı. Allah geri getirmesin! Kimse de bu samimi sözlere “iktidar dalkavukluğu” diyerek nankörlük yapmasın, otursun Allah’ına şükretsin.

Derken bağırdılar:

-Ayağa kalkın!

Kalktık.

-Muslukların önüne dizilin!

Dizildik.

-Uzatın ellerinizi. Çekmeyin ha! Elini çekenin sopa başına iner!

Önce yine param çalındı diyenden başladılar. Avucuna vuruyor, vuruyor ve bağırıyorlardı:

-Elini suyla ıslat ve avuç içlerinle duvara vur!

Öyle yaptı adam.

Ben:

-Bu niye ki? Diye düşünüyordum. Sonradan öğrendim, böyle yapılırsa el şişmezmiş. Yani işkence izleri belli olmasın istiyorlar. Sarhoş şerefsiz alçakların kafaları ona ayık!

Derken arkadaşımı da benzettiler.

Sıra bana gelmişti

-Aç lan avucunu.

Açtım.

-Çekme ha! Eğer çekersen kafanı kırarız.

Avucuma yuvarlak sandalye ayağı ile birer kere vurdular çekmedim. Bir kere daha vurdular, yine çekmedim. Ama ağrı müthişti. Beynim zonklamaya başlamıştı. Artık dayanamıyordum. Bu acı içinde yanan avucuma bir daha vururlarsa ellerim ne hale gelirdi? Gayrı ihtiyari elim düştü. O esnada birisi karnıma bir sopa savurdu. Karnımı içeri çekerek onu savuşturmak için eğildiğimde sırtıma öyle bir sopa indi ki, belim kırıldı sandım ve öylece kala kaldım. Sonra dizlerimin üstüne betona düştüm.

İçimden “atılayım şunun üstüne, iki de ben vurayım, ne olursa olsun” diyorum. Fakat ah o mahzen ve kilitli kapılar! “Böyle yaparsam bu sarhoşlar beni burada döve döve öldürür “ diyor, vaz geçiyorum.

İçimden, “Ey Allah’ım! Bu kâfirlerden beni ancak sen kurtarırsın. Koru beni Allah’ım…” diye yalvarıyorum.

-Elini ıslat ve duvara vur, diyorlar.

Kalkıyorum ve elimi muslukta ıslatıyorum ama ellerimi kaldıramıyorum.

- Daha duruyorsun! Diye belime bir sopa daha yiyorum. İçimden “kırılsa da kollarım, kaldırmam gerekir” diyerek ıslak ellerimi şap şap duvara vuruyorum. Bu minval üzere aradan kaç saat geçti bilmiyorum. Kapı çalınıyor ve açılan kapıdan içeri giren yukarıdaki masa başındaki polis bize şöyle bir bakıyor. Çok perişanız.

-Arkadaşlar, yolcular söylenmeye başladılar. Daha bizim yolumuz var, Van’a gideceğiz, yolcumuzu verin, diyorlar. Şoför de

- Ya bizi bırakın gidelim, ya da yolcuyu verin onu da alıp gidelim, diyor.

-Tamam, bunlardan bir şey çıkmadı, bırakıyoruz, dediler.

Ve bize dönerek:

-Defolun, dediler.

(Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cemal Nar Arşivi