D.Mehmet Doğan

D.Mehmet Doğan

Ödül takdim edilir mi ?

Ödül takdim edilir mi ?

Ödül/müfakat, 35 yıldır fiilen haşır neşir olduğum bir konu. Türkiye Yazarlar Birliği’nin cumhuriyet döneminin yerleşik ödül/mükafat sistemine karşı oluşturduğu “yılın yazarları, sanatçıları fikir adamları değerlendirmesi” 1981 yılında yürürlüğe konuldu.

Türkiye’nin çarpık/ideolojik ödüllendirme sisteminin ortaya çıkardığı sahte şöhretlere karşı gerçek değerlerimizi kamuoyuna takdim etme amacıyla başlatılan bu değerlendirme, o tarihten beri her yıl aksatılmadan yapılıyor. Hasbelkader, bu değerlendirme çalışmalarına biz de katılıyoruz. Sonuçta her yıl çeşitli dallarda 30 kadar kişiye ödül veriyoruz. Ödül dediysek, para pul yok! Güzel bir ödül beratı veriyoruz, o kadar.  

21_7.jpg

1980 sonrasında kültürel alandaki değişmenin önemli göstergelerinden biri de TYB’nin bu ödüllendirmesi. Birçok şairimiz, yazarımız ilk ödüllerini TYB’den alıyorlar. Eskiler “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” derler. Kültür ve sanat alanındaki iltifatın karşılığının alındığından şüphe edilemez. Eskiden az sayıda eser arasından seçim yaparken, şimdi bir çok alanda çok sayıda eserle, çalışma ile karşılaşıyoruz. Seçim de ona göre oluyor.  

Bu çerçevede çok ödül verdik, birçok kişiyi mükafatlandırdık...Farklı bir ödül sistemi kurduk. Kasım ayında Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarımız aradı. Kültür Bakanlığı’nın ödülleri için değerlendirme heyetine katılıp katılamayacağımı sordu. Ben de otuz küsur yıllık tecrübemizin dikkate alınacağını düşünerek “evet” dedim. Bir hayli zaman geçti ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülleri açıklandı. Bize de ödül vermişlerdi! Müsteşar bey meğer ki zarifane zemin yoklarmış. Gerçekten bana ödülden bahsetse idi, daha lâyık, hatta elyak isimler teklif edecek ve mazur görülmemi isteyecektim.  

“Olanda hayır vardır” denilmiştir. Meğer ki varmış! Bana “yazın” ödülü verilmişti! Tam da meselenin bam teline basılmıştı. “Yazın ödülünü reddediyor, edebiyat ödülünü alıyorum!” açıklaması yaptım. Bilahire Bakanımız Nabi Avcı Bey aradı, bu yanlış ibareden ötürü üzüntülerini bildirdi. Zaten yönetmelikte de “edebiyat” yazıyordu! 

Şunu hemen belirteyim: Ödül vermek ödül almaktan güzel! 

Türkiye’nin hafıza kaybı her alanda kendini gösteriyor. Teşrifat/protokol konusu da bunun içinde. 9 Şubat Perşembe günü ödülümüzü Muhterem Cumhurbaşkanımızın elinden aldık. Gazeteler, televizyonlar “Cumhurbaşkanı ödülünü takdim etti” kalıbıyla konuyu ifade etti. Bu takdim değil, tevcihtir. Türkiye’de devlet başkanın üstünde bir makam yok. “Takdim, sunuş” makam, rütbe vb. bakımından yukarıda olana yapılandır. Biz Cumhurbaşkanımıza bir takdimde bulunabilirdik. Tabiî ödül töreninden sonra “resepsiyon” vardı. Devletimiz gerçekten hafızasını kaybetmiş. Bunun türkçesi “resmikabul” veya “kabul resmi”dir!  

Neyse, fazla ayrıntıya girmeyelim. Ödül töreninde bekliyorduk ki, birkaç satır konuşma fırsatımız olur. Daha önceki örnekleri hatırlayarak böyle düşünüyorduk elbette. Bunun için mutlaka dile getirmemezi gereken bazı hususları not ettik. Hatta metin haline getirdik. Orada okumak için değil elbette. Hatırımızda kalan kısımlarını dile getirmek maksadıyla.  

Ödülü aldık, konuşma imkânımız olmadı. Konuşsaydık, neler söyleyecektik?  

Önce şunu belirtelim, Cumhurbaşkanımız sanki içimizden geçenleri okumuş gibi, bizim temas etmeyi düşündüğümüz bir çok konuya kendi üslubu ile değindi. Gördük ki, derdimiz müşterek.  

Peki biz ne konuşacaktık?  

İşte aşağıda, konuşma metni taslağımız. 

Muhterem Cumhurbaşkanım! 

Bu huzurda tarihe konuştuğumun farkındayım.  

Ve o yüzden, çok konuşan biri olmamama rağmen, sözümü söylemek istiyorum.  

Dünyanın sancılı dönüşümler geçirdiği bir devirde yaşıyoruz. Herşey gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Izdırapla yoğrulmuş coğrafyamız, acılı insanlarımız bir asırlık moladan sonra daha zor günlerin hızla yaklaştığını görüyor. “Tek dişi kalmış canavar” bir asır sonra kaldığı yerden icraata devam ediyor!  

Çetin bir varlık-yokluk mücadelesinin, hatta savaşının içinde olduğumuzu bilmek ve birlik ve beraberlik, kardeşlik ilişkilerimizi pekiştirmek zorundayız. Mehmed Âkif’in yüz yıl önce söylediği söz bugün de geçerli:  

Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu 

Bir bu topraklar kalıyor dinimizin son yurdu... 

Yaşadığımız zamanın şartlarını biliyoruz ve hizmetle, eserle ödül arasında bağlantı kuranlardan değiliz. İstikametimiz sonsuzluktur, gerçek mükâfat Rabb’den beklenir. Her yazma hamlesi, sonsuzluğa doğru bir atılış, yok olmaya karşı meydan okuyuş...ezel âşinalığını ebede ulaştırma gayreti.  

Bize tevcih edilen edebiyat ödülü, devletimizin kerimane bir teveccühü olmalıdır. Bu teveccühün yerini bulduğunu ümid ederim.  

Bu sene yazı hayatında 50. yılımYarım asırdır yazıp çiziyorum. Yazdıklarımın ödül getirecek şeyler olmadığı, daha doğrusu ödül beklentisi ile yazmadığım ortadadır.  

İlk kitabım 1975’te yayınlandı. Türkiye’de zihniyet değişiminin yol açıcıları arasında önemli bir yeri olan bu kitabın yerleşik ideolojik yapı tarafından hoş karşılanmadığını tahmin etmek güç değildir. O kitaptan ötürü veya başka yazdıklarımdan dolayı mükafat değil, mücazatı hak ettiğim düşünüldü. Muhtelif zamanlarda ve çeşitli şekillerde cezalandırıldım. Bundan ötürü asla fütur getirmedim.  

Beklentisiz kalem işçisinin lâyık görüldüğü ödül, olsa olsa bu cezaların karşılığıdır!  

Dünya değişim dönemlerinin ağır gündemi ile bizi kuşatıyor. Biz buna rağmen esas gündemimizi unutmamalıyız. Şunu asla aklımızdan çıkarmayalım: Asırları aşan kudretli bir dilimiz, zengin bir edebiyatımız ve büyük şair ve yazarlarımız olduğu için ayaktayız ve güçlüyüz.  

Dilimizin bize verdiği gücü bilerek, edebiyatımızın bizi ayakta tuttuğunu görerek adımlarımızı atmalıyız.  

Bin yıllardır sözümüz aynı. Binlerce kilometre doğuda Orhun yazıtlarında taşa kazıdığımız, Kutadgubilig’de kâğıda döktüğümüz, bu topraklarda Yunus Emre’nin, Mehmed Âkif’in ve diğer büyüklerimizin her çağda yeniden ve yine söylediği bu sözdür.  

İşte Malazgirt zaferi ile aynı yıllarda yazılan Kutadgu-bilig’in mukaddimesinde kayda geçirildiği gibi: Bu aziz kitap dört büyük ve mühim temel üzerine bina kılınmıştır. Birincisi adalet, ikincisi devlet, üçüncüsü akıl ve dördüncüsü kanaat! 

Ve yine Balasagunlu Yusuf söylüyor: 

Halkının hakkı vardır meliklerin üzerinde 

Meliklerinde de hakkı vardır halkın üzerinde! 

Dünyanın bu zor zamanında halkın hakkını gözeten ve onun güçlü desteğini alan muktedir bir liderin varlığı en büyük ödülümüzdür. 

Bugün bu huzurda bu ümid ve itminanla konuşuyoruz.  

İktisadımızı geliştirerek refah seviyemizi yükseltiyoruz, maddî varlığımızı artırarak kuvvetleniyoruz. Son 15 yılda Türkiye bu anlamda bir kaç Türkiye oldu. Bu elbette memnuniyet verici.  

Madden güçlenirken manen ne durumdayız? 

Yüzlerce yıldır her türlü güçlükle sınanmış bir milletiz, elhamdülillah. Bu millet gerektiğinde “yeter!” diyebilen, varlığına kasteden darbecileri canını ortaya koyarak durduran yüce bir millettir.  

Yine de şu soruları sormak zorundayız: Manevî alanda 3. Köprü’nün mukabili nedir? Marmara’ya, Avrasya Tüneli’ne ne karşılık gelir? 

Maneviyatı münhasıran dinî alan olarak görmemelidir. Dilimiz maneviyatımızın yapıcısıdır, yaşatıcısıdır. Ona verilen zarar, maneviyatımıza verilmiş demektir. İnsan dünyayı kelimeleştirir; kelimelerin dünyasında konuşur, yazar, düşünür ve böylece hayat bulur. Dilin bütün unsurları birbiriyle irtibatlıdır. Her hangi bir ögesi diğerinin varlığı ile değer kazanan bir sistemdir dil. Zincirin bir halkası kırılınca, kopuş umumî olur.  

Maalesef dilimiz müdahaleye maruz kaldı, anlam alanlarımız tahrip edildi, zihnimiz ağır hasar gördü. Bunu bilerek, binlerce yıl içinde oluşturduğumuz zengin dille konuşmanın, yazmanın, düşünmenin mücadelesini vermeliyiz. Şunu üzülerek söylemek zorundayız: 1930’ların uydurmacılık akımı hiç bir devirde bu devirdeki kadar devlette revaç bulmamıştı. Bir taraftan millete mal olmamış uydurma ve dil zevkine aykırı kelimeler, öte yandan kayıp kelimelerimizin yerine batıdan ithal kelimelerin konulması... 

Gerçek ve zengin Türkçeyi ancak Milli Eğitimimiz, Kültür Bakanlığımız ayakta tutabilir. Önemine rağmen bu konular son yıllarda gündemin en arka sıralarına itilmiştir. Gazeteler kültür ve sanat sayfalarını iptal etmiş, televizyonlar bu konuları gündemlerinden çıkarmıştır. Edebiyat ve sanat dergileri dar alanlara sıkışmıştır. Türkiye’de her yıl 50 binin üzerinde kitap yayınlanıyor, birçok önemli kitabın yayınından konunun ilgilerinin bile haberi olmuyor.  

Kitap günümüzde değersiz bir meta. Devlet kütüphaneleri ne yazık ki, hizmet bakımından ekseriya 1960’lı yılların anlayışı ile devam ediyor. Belediyeler istisnalar dışında kütüphane kurmaktan imtina ediyor. Hele Başkent Ankara bu bakımdan en kötü durumda olan şehrimiz. Kütüphanesiz belde şehir olmayı hak etmemiş demektir. Kütüphane yapmadan üniversite kurmak, ilimle kitabın bağını görmezden gelmek demektir.  

Kültür Bakanlığı, hatta Milli Eğitim ve Gençlik Bakanlıkları kitaba ilgiyi yükseltmeyi âcilen programlarına almak zorundalar. Zihin emeği bütün emeklerin üstündedir. Her yıl yayınlanan güzel şiir kitapları, hikâye kitapları, romanlar, fikir eserleri bu bakanlıkların yakın takibinde olmalı. Onların yakın alâkası edebiyata ve dile ilgiyi yükseltmeli. Belediyelerin aynı zeminde çalışmalar yapması, kültürel belediyeciliğin artık ertelenmemesi gerekiyor.  

Ne yazık ki, Türkiye’nin varlıklı kesimleri kültürel alanın dışındalar, sanat ve estetik kaygıları, incelmiş zevkleri yok! Bir kesim varlıklının kaynak ayırdıkları alanlar cami, Kur’an kursu, telebe yurdu yapımı ile sınırlı. Bunu önemsiz saymıyoruz. Bu alana kaynak ayıranlar edebiyatın, san’atın bir toplumun nasıl bir güç kaynağı olduğunu fark edemiyorlar. Dindarlık elbette tek başına önemli, fakat edebiyat ve sanatla yüklü bir dindarlık çok daha güçlü karakterler ortaya çıkarıyorSanatsız, edebiyatsız, tefekkürsüz dindarlık ise gençleri IŞİD’ciliğe kadar götürebiliyor.  

Kültürel alanda gerçek gönüllü kuruluşların ciddi anlamda desteğe ihtiyacı var. Türkiyede sivil toplum kuruluşu denilince ilk odalar, sendikalar hatıra geliyor. Bunlar mesleklerini icra edenlerin menfaatlerini korumak için vardır. Kültürel alanda varlıkları hissedilmez. Gerçek anlamda kültür kuruluşlarına sahip çıkan bir yönetim aslında gençlerinin geleceğine, yani ülkenin yarınına yatırım yapıyor demektir. Öğretim diploma ile biter, fakat talim ve terbiye hayat boyu devam eder.  

Bu ödül, bu konuları seçkin davetliler huzurunda dile getirme fırsatı verdi, bu sebeple de değerlendirme kuruluna ve bütün ilgilelere teşekkür ediyorum.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
D.Mehmet Doğan Arşivi