İbrahim Kahveci

İbrahim Kahveci

Bahar

Bahar

Bu sene baharın gelip gelmediğini anlayamadık. Gelmemiş kabul ettik, yanına gitmeye karar verdik.

İnsan sevdiğini özler. Sevmediğimiz şeyleri niye özleyelim?

Son yıllarda ne kadar çok güzelliğimizi kirlettiler. Bahar kelimesi de bunlardan biri. İsmini anmaya çekinir olduk.

Uzun bir yorgunluğun içinden geçerek ilk noktamıza ulaşıyoruz. Uzun bir yorgunluk, trafik oluyor. İstanbul'un Avrupa yakasından Anadolu'ya geçmek sabır istiyor. Meşakkat veriyor. Her rahmetin bir zahmeti vardır diyelim. Böyle teselli bulalım. Cefa ile sefanın beraber yaşadığını unutmayalım.

İşte dağlardayız. Uzakta ve güvende. Burada siyaset yok. Tek gündem, şahit olduğumuz mucizeler. Allah.

Bir saat içinde üç farklı iklimi yaşıyoruz. Çam ormanları, gürgen ağaçları, şimşir toplulukları, çıplak tepeler. Dağların kuzey yamaçlarında kar öbekleri. Ara sıra duruyor ve ortamı hareketlendiriyoruz. Manzara kımıldamaya, hatta koşmaya başlıyor.

Konuştuğumuz an büyü bozulacak gibi. Konuşmayalım ama sohbet edelim. Sohbet, muhabbetten gelir. Muhabbet ise sevgiye, sevgiliye gider.

Mevsimin müsait olması nedeniyle, su bol. Suların selamını alıyoruz. Ellerimiz su veriyor bize. Bunu bile özlemişiz.

Küçük sular büyüyor ve dere oluyor. Hemen aklıma geliyor: Bazı insanlar dağlardaki berrak dereler gibidir. Kir tutmazlar. Her ikisi de azizdir: Sular ve iyi insanlar.

Dünya nasip yurdudur. Evvela insanlıktan nasibimizi almalıyız. Diğerleri kolay. Rızık zaten O'ndan.

***

Ortalama bin üç yüz rakımdayız. Seyir halindeyiz. Marmara bölgesine göre yüksek sayılır. Burası neresi? Kapıorman Dağları. Kaç kişiyiz? Dört. Bu sayı mühimdir. Masanın dört ayağı sağlam ve uyumlu olursa, üstüne her istediğinizi doldurabilirsiniz. Bir ayağı milim oynasa, doğru dürüst çay bile içemezsiniz.

Yayla köylerinin kıyısından geçiyoruz. Yakında şenlik başlar. Buralar kuzu, oğlak ve çocuk sesleriyle dolar. Bu üçü hakkında kötü bir şey söyleyen insana henüz rastlamadım.

Yaklaştık. Yolun kalan kısmında yürümemiz gerekiyor. Hadi Bismillah.

Dağın sırtındayız. Her iki tarafımız derin vadi. İnsanın geçmediği, muhtemelen yabani hayvanların kullandığı belli belirsiz bir patika. Göz değmemiş gibi. Güzelliği duyuyoruz. Rüzgâr, dağın sesi ve soluğu oluyor. Issızlık, ıslık çalıyor sanki.

Kuşların zamanındayız. Çünkü bahar. Kuşun kendisi yok, sesi var. Görüntü şu: Ağaçlar dile gelmiş.

Ağaç deyip geçmeyelim, onlar gibi biraz duralım. Bitki örtüsü oldukça sık. Şimşirden yabani güllere, köknardan pırnallara kadar. Yüzlerce yılı geride bırakmış köknar ağaçları, Karacaoğlan'ın sorusunu tekrarlıyor: 'Kim var imiş biz burada yoğ iken?' Kimine yıldırım düşmüş, kimi yoğun kar veya fırtına nedeniyle dallarının bir kısmını kaybetmiş. Yaralı güzellik. Hayır, kusurlu değil.

Buralarda on beş günde bir toprağın örtüsü, kıyafeti değişir. Kardelen ve çiğdemin ardından akyıldız ve yabani sümbüller açar. Şimdi sıra çuha, dağ menekşesi ve buhurumeryemde. Hemen peşinden papatyalar gelecek. Bu sıra hiç bozulmaz. Yine de birkaç mor çiğdem görüyoruz. Karların bittiği yerden başlıyor. Gecikmiş biraz.

***

Geldik. Önce yüklerimizden bir kurtulalım. Nefes alalım.

Geçen yıldan hazır ettiğimiz odunlar duruyor. Dokunan olmamış. Aylardır bir ateş yakmamıştım. Yakayım.

Nereye geldik? Susuz Yayla'ya. Sağımız Göynük tarafı, solumuz Dokurcun, ilerimiz Taşkesti kasabası. Rakım bin dört yüz elli. Artık manzaranın bir parçasıyız. Gökyüzüne iyice yaklaştık.

Ahlatlar çiçeğe durmuş. Alıç ağaçları henüz uyanmamış.

Karnımızı doyurduk, çayımızı içtik. Kafesten bırakılmış kuşlar gibiyiz. Harun Tan kardeşimiz adeta çocuklaşıyor. Ciddiyetin hapishanesinden çıktı, neşeli bir hale büründü. Dağa çıkmakla kendine inmiş oldu.

Her dağın bir delisi ve velisi olurmuş. Çünkü dağın hakikatini en iyi onlar anlarmış. Ne durumdayız, bilemiyorum.

Zaman duruyor, vakit geçiyor. Gönülsüz bir toparlanma.

Dönüş yolunda, birkaç evden oluşan bir yayla köyüne denk geliyoruz. Köpekler bize doğru koşuyor. Evin önünde arabayı durdurup iniyoruz. Köpeklere ekmek veriyoruz. Hemen susuyorlar. Sonra hane sahibi görünüyor. Elli beş yaşına değmiş, değmemiş. Köpeklere ekmek verdiğimizi görünce “size borçlandık” diyor. “Yakında yağımız, peynirimiz çıkar, bekleriz.” İşte bu inceliğin peşindeyiz. Kaybettiğimiz budur. Şehir hayatında, dünyayı bağışladığınız bir insan bile kendini 'borçlu' hissetmeyebiliyor. Hâlâ alacaklı. Minnet duymuyor, vefa göstermiyor. Burada ise köpeklerine iki dilim ekmek verdiğimiz adam bu sözleri ediyor ve samimi. Bu yazı böyle bitsin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İbrahim Kahveci Arşivi