Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Kâl ehlinden hâl ehline geçmek

Kâl ehlinden hâl ehline geçmek

Modernizm çoğumuzu kâl ehli yaptı, durmadan konuşuyoruz. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si ve Fîhi Mâ Fih’inden öğrendiğim şu: Hâl dilini kullanmak gerekmiş. “Kâl ile tebliğ” değil, “hâl ile tebliğ” evlâ imiş. Hâl diline dair onun söz hazinesinden toplayıp yüreğime tâlim ettirdiklerimi hülâsa ederek hurufata dökmekten kendimi tutamadım.

Hâl dili, derûnumuzda yaşananları harf diline ihtiyaç duymadan sözsüz hâlimizle bildirmektir. Mânevî sanatın kendisi olan hâl dilinde seziş ve duyuşlar öne çıkar, kelimelere ve sanata ihtiyaç duyulmaz. Hâl üzere yaşayanlar, hâl dili makamındadır. Söyleyeceklerini hâl diliyle ifade ederler.                                                                                                                                             

KÂL DİLİ, HÂLİ ANLATMAYA YETMEZ

Kâl dili, yâni harf dili, “hâl” i anlatmaya yetmez. İnsanın söz bilmemesi mühim değil; derdini anlatmaya başka kapı var. Susarak hâl diliyle de konuşur. Rüyada nasıl dilsiz dudaksız konuşuyorsa, uyanıkken de aynı şekilde konuşur.

Yaprak ve ağaçtan onun türü veya mevsimler nasıl okunuyorsa, insandan da sessiz sözsüz çok hâller okunur. Gönlün sözü dile gelmeyen, söze sığmayan dilsiz de söylenir.                                                                                                                              

 Harfsiz ve sessiz söz olmaz diyenler yalan söylüyor. Çünkü sözle, sesle, harfle örülmemiş dilsiz söz de var. Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştanbaşa sözüz. Mânalar ve derûnumuzdakiler söz kalıbına, harf diline sığmaz.

HÂL DİLİ OLGUNLUKTUR, DOLULUKTUR                                                            

 Hâl dili, yani sükût, insanı adam eder. Sükût şifadır, olgunluktur, doluluktur. Söz söylemek çocukluk; susmak ise adamlıktır. Sükûtun zıddına, söz, insanı itibardan düşürür. Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne... Yeryüzünden göğe varmaya çok konaklık bir yol var.

Çocuk, câhil, gâfil, ham, mukallit ve sûret ehli olanlar hâl dilini okuyup anlayamaz. Hâl geldikten sonra lafın ne gereği var. İnsanlar, mânasız ve ruhsuz kelimeler tüketiyor. Sözler, cümleler bir yığın ruhsuz harflerle donatılsa da gönülleri inşa edemiyor. Hâl diline âşina olamıyoruz, çünkü çok konuşuyoruz. Halden hâle geçiyoruz ama hâl diline geçemiyoruz.

Söze, bize verilen emanet nazarıyla bakabilsek, ama söylemesek, hiç cevap yetiştirmesek, hiç sözün sözünü etmesek, sükûtu dost dili hâline getirebilsek, sükûtta sükût olsak, hâl dilinde birleşsek ne güzel olur.

Dil, hangi hâl için verildi bize? Dil mi söze, söz mü dile emanet? Hâl ehlinden sorup öğrenmek lâzım. Fakat nasıl? Hâl ehli önünde hâl lisanı lâzımdır.

Niyazî-i Mısrî’nin “Kâl ehlinin ahvalini terk eyle Niyazi / Şimden gerü hâl ehlinin ahvali göründü” (Niyazî-i Mısrî Divanı) mısralarının mânasını modernizmin dalgalarına kapılanlar anlayamıyor.

“Dilim senden çektiğim bir zulüm” diyen hâl ehlinin hâlini bilen kaç kişi çıkar kâl asrının konuşkan insanlarından.

“BİR HÂL DİLİMİZ VARDI”

Ali Yurtgezen hocanın “Bir Hâl Dilimiz Vardı” yazısını kaç kişi dikkatle okudu? Ah, şu Çağdaş çenesizlik ve lafçılık! “Hâlimizi” anlatan muhterem yazıları bile okuyup anlamaktan âri düşürdü. Yazıdan hülâsa etiğimiz birkaç satırın, hâl diline hasret duyanların gönlüne su serpeceğine inanıyoruz:   

“Her kimin kim hâli vardır kıyl ü kâli n’ider / Çün kanâat tadın aldı şekker ü bâli n’ider. (Kemâl-i Ümmî) Kanaatin tadını alanların şekere bala itibar etmemesi (gibi), hâl sahibi kimseler de boş ve lüzumsuz konuşmaya itibar etmezler. Eskiden, bize mahsus bir hâl dilimiz vardı. Lafla değil, hâlleşerek anlaşırdık. Hâlimiz vaktimiz yerli yerindeydi o zamanlar. Hâl üzere yaşar, şimdiki kadar çok ve lüzumsuz konuşmazdık. Hâl dilimiz gönül diliydi. Harfsiz, hecesiz, sessiz sohbetler, muhabbetler eder; böylece birbirimize dost ve sahip olurduk. Zamâne, hâl dilimizi ‘beden dili’ ne çevirdi. İnsanı bedenden ibaret gören bir zihniyetin, muhatabını kıstırmak niyetiyle zaaf avcılığına dönüştürdüğü beden dilini aldık, hâl dilini unuttuk. Bu nisyan gönlümüzü, aşkımızı, hâlimizi de aldı götürdü. Nitekim hâlden anlayanlarımız azaldı. Zelil oluşumuz halsiz düşmekten; anlayışsızlığımız, hoyratlığımız, cedelciliğimiz hâl dilimizi kaybetmektendir.”

“Hâlimize” tercüman olan bu yazıdan hülâsa ettiğimiz şu ifadeler de kâl çağının lâf ü güzaf özürlü toplumunun ne hâle düştüğünü anlatıyor:   

 “Hâl dilini anlamak; hâlden anlamak, anlayışlı olmaktır. Zihnî bir anlamadan daha yüksek, daha öte, kalbî bir idrâktir bu. Hâl sârîdir, geçişlidir. Kalpten kalbe sirayet eder. Allah dostlarıyla ülfet edilerek muhatap olunan güzellikler, cilalanan kalp aynasına yansır mutlaka. Söz fuzulidir, kıyl ü kâldir. Kıyl ü kâl bugün anladığımız gibi sadece gıybet manasına dedikodu demek değildir.  Faydası olmayan, gereğinden fazla uzatılmış her söz, her iddia ve izah çabası kıyl ü kâldir. Halbuki hâl yaşamak, olmak yahut tatmaktır. Bir hâli yaşıyorsak onu söz ile iddiaya, izaha, nakletmeye ihtiyaç yoktur.”

Şimdi anladım Ali Hocam’ın niye az konuştuğunu ve sükût ettiğini.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi