Yargıda anakronizm sorunu

Yargıda anakronizm sorunu

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın 28 Şubat günlerini andıran bir üslupla başörtüsünü serbest bırakma girişimlerini parti kapatma sebebi sayacağını açıklayan bildirisi doğal olarak siyaset iklimi üzerinde soğuk bir hava dalgası yarattı. Bu hava dalgası bir alarm zili gibi herkesi 28 Şubat'taki mevzilerine koşmaya çağırmış gibi. özellikle mevzinin darbe tarafında olanların aradan geçen on-onbir yıllık süreci, hele 3 Kasım 2002 ve 22 Temmuz 2007 tarihlerini sanki hiç yaşanmamış gibi, hesaba katmadan bu çağrıya büyük bir heyecanla cevap vermesi ibretli bir durum ortaya koyuyor.

Oysa Başsavcının, arkasından da Danıştay başkanının yaptıkları açıklamaları en iyi ifade edecek terim anakronizmdir. Dünyanın gidişatını göremeyen, toplumun ihtiyaçlarını yorumlayamayan bir zihin yapısının algı ve tepkilerinin genel adıdır, anakronizm.

Türkiye, özellikle 22 Temmuz itibariyle yepyeni bir sürece girmiştir. Bu süreç toplumun kültürüyle, ekonomisiyle sosyal boyutlarıyla son derece dinamik olan yapısının ihtiyaç duyduğu siyasal karşılığın verilmesini gerektiriyor.

Türkiye bu sürece bizzat toplumsal dinamiklerinin zorlamasıyla girmiştir. Olayın Türkiye'deki dindarların veya laiklik karşıtlarının bir karşı-devrim hareketi olarak nitelenmesinin artık kelimenin tam anlamıyla hiçbir “münasebeti” kalmamıştır. Münasebetsizlik anakronizmin aslında kişisel olarak sergilenmiş bir halidir. Dünkü yazısında üstad Rasim özdenören hiyerarşik sıranın yanı sıra zamanlamayı da karıştırmaktan kaynaklanan münasebetsizliğin içerdiği küstahlığa işaret etmiş. O da olayın diğer bir yanı.

22 Temmuz Türkiye'de taşların yerli yerine oturmasının acil lüzumunu akla getirmiş, böylece siyaset, bürokrasi ve sair kurumlar arasındaki dengeleri yeniden tesis etmeye zorlayan bir sürecin adıdır. Değerli psikiyatrisi Erol Göka'nın deyimiyle 22 Temmuz Türk siyasi ve toplumsal tarihinde 12 Eylül'ün yol açtığına benzer ama kuşkusuz tam ters istikamette bir etki yaratmıştır. Bu etkinin dalgaları hâlâ vurmaları gereken kıyılara tam anlamda ulaşmamış olabilir. Ancak bu süreçle birlikte Türkiye'nin Kürt sorunundan Alevi sorununa, laiklik sorunundan milliyetçilik sorununa, ekonomik bölüşüm meselelerinden sosyal yapılanmaya kadar birçok düzeyde toplumsal dinamiklerin yarattığı taleplere duyarsız ve kayıtsız kalınması giderek daha da zorlaşmaktadır.

Türkiye bir asırdır hata asırlardır müzmin hale gelmiş sorunlarıyla yüzleşmek durumunda kalıyor. Kürt meselesinde üzerinde bu baskıyı hisseden hükümet hâla gereken adımları atmakta tereddüt etse de içine girilen süreç onu bu açılımı yapmaya zorlamaktadır. Keza Alevi konusunda daha önce de dediğimiz gibi, aranan açılımlar, AKP'nin kendi lütufkarlığının bir sonucu değil, aksine yine Türkiye'nin aradığı daha geniş modelin mantıksal bir zorunluluğunun bir sonucudur. Türkiye'yi bu değişime zorlayan süreç sadece AB'ye girmenin gerekleriyle ilgili değil, aksine ülkenin gittikçe serpilen toplumsal yapısının içerdiği dinamizmle ilgilidir. Eski anlayışlar ülkeye dar geliyor, Türkiye'yi kaldıramıyor.

Hele başörtüsü meselesi Türkiye'nin bu gelişmesi içinde artık savunulması, akla getirilmesi, karşılaşılması dahi utanmak için yetecek de artacak bir uygulama olarak kalmıştır. çünkü mevcut haliyle başörtüsü yasağının altını kazıdığınızda sistemin bütün laiklik, eşitlik, kadının özgürleşimi, hukuk, adalet, demokrasi ve hatta cumhuriyet gibi iddialarının defoları ortaya çıkıyor.

Başörtüsü yasağı ne hukuki ne de kanuni bir temeli olan bir uygulamadır. Buna rağmen 28 Şubat zamanlarının mantığı içinde, hukukçuların meşru bir yetkiye dayanmayan yorumlarıyla fiili geçerlilik bulmuştur. 28 Şubat sürecinin kendisi akla ziyan bir çılgınlık halidir. Türkiye gibi büyük bir ülke için bu kadar çılgınlık, bir an önce atlatılması gereken savurganca bir lüks düşkünlüğü, tedavi edilmesi gereken bir hastalıktı. 22 Temmuz travmatik bir etkiyle bu lüksü, bu hastalığı göstermiştir. Kurumların çoğu da bunu anlamış, bu tedaviye olumlu cevap vermişlerdir.

Başsavcının değerlendirmeleri 28 Şubat sürecinde, neredeyse bir norm haline gelmiş olan yargıç iktidarını nostaljik bir refleksle sahiplenmeye çalışmıştır. Kendi yaptığı yorumları laiklik adına dokunulmaz bir tabu haline getiren bir anlayış 28 Şubat'a özgü bir akıl içinde mümkündür. Ama gün artık o gün değildir.

Yargının bu güne ait olmayan (anakronik) bir aklın etkisinde bulunması ülkenin acı bir gerçeğidir, ama kim bilir, belki bu gerçek Türkiye'nin tarihsel yürüyüşünün hiçbir aşamada kolay kat edilemeyeceğinin de hatırlatıcılarıdır.





Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi