Ortaçağ üzerine…

Ortaçağ üzerine…

önce Fehmi Koru, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in manşetlere çekilen “Ortaçağ’a dönülemez” sözleri üzerine bir yazı yazarak, batının karanlık çağlar yaşadığı söz konusu dönemin İslâm dünyası için en parlak dönem olduğunu örneklerle anlattı ve şöyle dedi:
“Rönesans ve Reform hareketleri Batı'ya kan ve can vermişse, her iki hareketin temelinde, Batı'nın karanlık çağında kendi altın çağlarını yaşayan Müslümanların katkısı büyüktür.”
Dün de Haşmet Babaoğlu, batı Ortaçağının yorumlanmasında, bizzat batıda da birtakım farklı değerlendirmeler bulunduğundan söz ederek, matematik, fizik, kimya gibi bilimlerin Ortaçağ’da geliştiğini, matbaanın icadının bile Ortaçağ’a tekabül ettiğini, Ortaçağ’da kadınların görece daha özgür olduklarını vs yazarak “sevapları da bulunan bir batı Ortaçağı” profili çizdi.
öncelikle, mezkur “Ortaçağ’a dönülemez” sözleriyle başlayalım değerlendirmemize.
Sözün sarf edildiği ortam ve maksat göz önüne alındığında, tarifi zor bir ironiyle karşı karşıya bulunduğumuzu söylemeliyiz.
Ortaçağ’ı sadece karanlıkla özdeşleştirip üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kaldırılması yolundaki çabaları da “Ortaçağ’a dönmek” olarak niteleyen bir anlayış, tam da ülkemizin nevi şahsına münhasır aydınlarına has bir zihinsel ironi içeriyor gerçekten de.
Düşünebiliyor musunuz; reşit olmuş başörtülü bir genç kız “Ben okumak istiyorum” diyor, “Ben tıp, siyaset, hukuk, sosyoloji, fizik, kimya, matematik, bilgisayar, mimarlık, mühendislik, güzel sanatlar vs okumak istiyorum. Bu çağın bilgi ve bilim imkanlarından en üst düzeyde yararlanmak istiyorum.”
Bu talebe verilen cevap ise şu:
“Hayır, Türkiye’nin Ortaçağ’a dönmesine izin veremeyiz.”
öylesine tuhaf bir Ortaçağ tasavvuru ki, bilim öğrenmek istediğinde kendisine dönmekle itham edilebiliyorsun.
Yine mezkur anlayışa göre, reşit olmuş bir genç kızın bilim talebini geri çevirip onu evinde binbir bunalım ve açmaz içinde hapsetmeye kalktığında ise, Ortaçağ’ı reddetmiş, çağdaş ve bilimsel bir aydınlığın göz kamaştıran derin sularında kulaç atmaya başlamış oluyorsun.
Geçelim.
Fehmi Koru’nun batı Rönesans ve reformunun arkasında Müslümanların olduğu yolundaki tezi –ki bu tezi birçok düşünce adamı biraz da gururla dile getirir- bana her zaman biraz “sorunlu” görülmüştür.
Neden “sorunlu” olduğunu anlatmak için, öncelikle bir köşe yazısının limitleri içinde elbette yetersiz kalacak kısa bir arka plan vermek istiyorum.
Roma İmparatorluğu’nun her alanda varisi olan batı medeniyetinin kutsalla olan ilişkisi, geçirdiği tarihsel süreçler göz önüne alındığında aşamalı bir seyir takip eder.
Pagan bir kültürden Hıristiyanlığın resmi din kabul edildiği yeni bir aşamaya geçilirken, paganizmin toptan reddi yerine şekil değiştirmesiyle yetinilen bir evrim yaşanmış, insanların Tanrılaştırıldığı bir dönem arkada bırakılırken, Hıristiyanlığa yapılan paganist müdahalelerle Tanrı’nın insanlaştırıldığı yeni bir evreye varılmıştır.
Bu müdahalelerin dozu, zamanla yaşanan birtakım gelişmelere de paralel olarak artar ve ortaya çıkan “paganist teolojik karışım”a daha yeni içerikler ve daha sofistike felsefi temeller kazandırılır.
Tanrıyla ve kutsalla olan çatışma Promete mitolojisinde de görüldüğü gibi, insanın insan olmasını ve merkezi bir konum kazanmasını; adeta kutsala başkaldırmasına ve onunla olan münasebetlerini asgariye indirmesine bağlı kılan bir şarta bürünür.
Kutsal karanlıktır, insan ise ona başkaldırarak aydınlanmayı sembolize eden ışığı ve dolayısıyla insanlığını kazanan bir kahraman.
Her şeyin merkezine insanı koyan batı hümanizminin kutsalla olan çatışması, aynı zamanda başka çatışmaları ateşleyen bir “ana çatışma kaynağı”ydı.
Nitekim Rönesans ve Reform’la birlikte batıda insanı her şeyin merkezi sayan bir hümanizmin siyasi ve felsefi anlamda temellendirildiği dönemler, aynı zamanda insanın insanla ve doğayla çatışmasının en kanlı örneklerinin görüldüğü “coğrafi keşifler ve sömürgecilik” dönemlerinin de çağdaşı ve kıvılcımıdır ki, bu dönemde yaşanan soykırım ve caniliği kelimelerle ifade etmek imkan dışıdır.
Evet, Rönesans ve Reform güzel binalar ve resimler yapmanın, kilise baskısı karşısında görece özgürleşmenin yanında, aynı zamanda içerdiği dünya ve hayat tasavvuruyla bugünkü batı kalkınmacılığının ve refahının temellerini oluşturan zihnin en önemli kodlayıcısıdır da.
Tarihin en büyük sömürü, soykırım ve vahşetlerinin tetikleyicisi olan bir sürecin arkasında İslâm Dünyasının bulunduğunu söylemek, büyük bir suç ortaklığını nahak yere kabullenmek gibi geliyor bana.
Ortaçağ’la ilgili değerlendirmelerimize yarın devam edeceğiz.
----------
münaşaka
CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa özyürek, “Türban bizim için siyasal simgedir” demiş.
Bir de CHP için “Hiç kendini yenilemiyor, hiç yeni bir söylem getiremiyor” derler.
İftira.
Bakın; nasıl da yepyeni bir yorumda bulunmuşlar!..
---------
sözünözü
Adına Hıristiyan sömürgeci denen soyun, boyunduruğu altına aldığı halklara karşı gösterdiği vahşet ve zulmün bir benzerine, başka hiçbir soyda rastlanamaz. (W. Howitt)


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi